sarımsaklı ekmek

    *

    Okuldan sonra oyun oynamak için kendimizi sokaklara atıp akşam ezanına kadar eve girmediğimiz zamanlarda, en sevdiğimiz atıştırmalıklardandı sarımsaklı ekmek... Taze bir ekmeğin dış kabuğu alınır, azıcık tuzlanır, sonra bir diş sarımsak sürülür de sürülürdü. Tadına doyum olmazdı o ekmeğin; bir de güneş altında kurutulmuş salçanın sürüldüğü salçalı ekmek adlı arkadaşının...

    Sonraları büyüdükçe gidilen değişik restoranlarda karşılaşıldı eski dostla: Pizza Hut'ın menülerinden biriydi bir ara *, güveçte mantar ile birlikte benim favorimdi, pizza yemeye değil mantarla sarımsaklı ekmek yemeye koşardım ben pizzacıya. İtalyanlar'ın, Yunanlar'ın lokantalarında da karşımıza çıktı, bir Akdenizli yemeği olduğunu gururla ilan edercesine. Değişik yöntemlerle, değişik ekmeklerle yapıldığını gördüm; bazıları azıcık tereyağı da ekliyor, fırında harmanlıyorlardı ekmek-yağ-sarımsak üçlüsünü; bazıları zeytinyağı kullanıyor, bazıları nane, kekik gibi başka birtakım Akdenizli baharatlar ekliyorlardı bu muhteşem lezzete. Ama nasıl yapılırsa yapılsın, hep favorimdi, öyle olmaya da devam edecek... *

    Yine de en güzel sarımsaklı ekmekler, anneannemin eski ahşap evinin gömme fırınında pişirdiği sıcacık bazlamaların üzerine sürülen sarımsak tadında, bir daha dönmemek üzere giden çocukluk yıllarında saklı kalacak... * * * *
    (04.05.2008 00:37)

teselli

    Candan Erçetin'in Çapkın albümünden, sözleri ve müziğiyle insanı başka diyarlara götüren şarkısı... Buram buram vicdan azabı kokar, içinizi sızlatır her duyduğunuzda. Hele de size anımsattığı birileri varsa...

    Yıllar sonra hala bugün
    Benim için ağlıyorsan sessizce
    Ne olur yapma bunu kendine
    Kabahat sende değil
    Sevemeyen kalbimde

    Teselli edecekse eğer
    İtiraf edeyim
    Yalnızlık sadece
    Terk edilenler için değil

    Mutlu olacaksan eğer
    İtiraf edeyim
    Yalnız kalan sadece
    Terk edilen değil...
    (04.05.2008 00:18)

z

    ön yargının kararlarımızı nasıl etkilediği hakkında nefis bir film için:

    (bkz: 12 angry men)
    (02.05.2008 21:36)

yöneylem araştırması

    "Operations Research" adini Turkcelestirerek "yoneylem arastirmasi" gibi ilginc bir soz obegini Turkce'mize katan insan Profesor Doktor Halim Dogrusoz olup kendisi senelerce ODTU'de ogretim uyeligi yapmistir (zannedersem halen emeritus'tur, yani bolumun bir ogretim uyesi konumundadir...)

    Yoneylem arastirmasi, Ikinci Dunya savasi yillarinda savas ucaklarinin kisitli sayidaki bombayi nereye atmasi gerektigi probleminden dogmus bir arastirma dalidir. Ancak gunumuzde, ozellikle endustri muhendisliklerinin lisans egitiminde okutulan "operations research" kitaplarina bakarsaniz, bunyesinde lineer programlama, kuyruk teorisi (queuing theory), Markov zincirleri (Markov chains), ag problemleri (network problems)... gibi pek cok deterministik ve stokastik konuyu barindiran genis anlamli bir tanim haline geldigini gozlemleyebilirsiniz. Guzel ve zevkli bir bilim dalidir, fakat en basitlestirilmis sekliyle bile endustri muhendisliginin en zor dersidir. Haliyle, isletme bolumu ogrencilerinin zor otesi, bas belasi dersidir*.
    (01.05.2008 07:56)

kısmet

    Yoğurt'tan sonra tüm batı dillerine ihraç ettiğimiz bir diğer önemli kelime ve kavramdır.
    (27.04.2008 19:49)

netflix

    Rakibi olan Blockbuster'dan en büyük farkı, kiralanan DVD'lerin son teslim tarihi diye bir kavramın olmadığı DVD kiralama şirketidir. Aylık ne kadar para ödeyeceğinizi ve aynı anda elinizde kaç DVD bulundurabileceğinizi belirleyen bilumum aylık planları mevcuttur. İstediğiniz filmi/diziyi izledikten sonra filmle birlikte posta kutunuzdan çıkan zarfa DVD'yi koyup Netflix'e geri postalar, bu arada da posta ücreti ödemezsiniz... Ayrıca bilgisayarınız üzerinden "streaming" vasıtası ile film izleme opsiyonu da mevcuttur.

    Netflix'le ilgili en ilginç özellik, henüz birkaç gün önce dinlediğim bir seminerde öğrendiğim (ve muhtemelen kendi yöneticilerinin bile bilmediği) şu gerçektir bence: Blockbuster'la kıyaslanınca DVD'lerin iadesinde müşterilere son teslim tarihi dayatması olmaması şirket aleyhine bir durum gibi gözükse de, aslında tam tersidir! Şöyle bir örnekle açıklayayım: Şimdi mesela bütün müşteriler DVD'lerin %90'ını belli bir sürede (örneğin bir hafta) iade ediyor, ama bazı DVD'leri çok uzuuun zaman (mesela 10 yıl) ellerinde tutuyor olsunlar. Bu durumda, Netflix örneğin 1 milyon müşterisi ilk tercih olarak Titanic filmini seyretmek istiyorsa, bu geniş populasyonun % 99.9999'una istedikleri anda Titanic filminin kopyasını gönderebilir: Hem de tahmin edeceğinizin aksine 500 bin civarında Titanic kopyasını elinde tutarak değil, sadece 200,000 civarında kopya sahibi olmak bunun için yeterli olacaktır. Oysa Blockbuster'ın aynı sayıda müşteriyi memnun edebilmesi için elinde tutması gereken kopyaların sayısı hakikaten 500,000 gibi birşeydir... Sihirli gibi görünüyor, öyle değil mi? Ama yalnızca olasılık biliminin ve Netflix'in (elinizde toplam tutabileceğiniz DVD sayısına ulaşınca) bir DVD'yi iade etmeden yeni birini isteme hakkını size vermemesinin bir sonucu bu durum...

    *
    (27.04.2008 09:50)

blockbuster

    (bkz: netflix)
    (27.04.2008 09:16)

ulusalcı

    Ulusalcılığın ulusunu sevip onun iyiliğini istemek tanımından bombacı, cuntacı, faşist, eli silahlı insanlar güruhu tanımına çekilmesini hayretle izlemekteyim... Ulusalcılığın birkaç insan ismine indirgenmesini de...

    Madem insanlar üzerinden konuşuyoruz; düşünelim bakalım bir Uğur Mumcu, bir Necip Hablemitoğlu, bir Ahmet Taner Kışlalı, bugünün tanımları çerçevesinde düşünürsek hangi tanımın kapsamına gireceklerdi acaba? Liberal? İrticacı? Komünist?? Saydığım tüm bu isimler sol çizgiye yakın olsa da ortak paydaları vatanlarını, milletlerini sevmekten başka birşey değildi, o yüzden hepsini bir arada toplayan tanım "ulusalcı" olmalidır. Nitekim hepsi emperyalist güçlerin (ki bu büyük oranda ABD, ardından AB oluyor hepimizin bildiği üzre) ülkemiz üzerindeki oyunları üzerine yazmış çizmiş kafa patlatmış insanlardı; hiçbirinin gerçek dindarlarla ugraşmakla işi olmadı. Ama Özal'la ya da şimdiki ılımlı islamcılar ekolüyle uğraşmadılar mı, uğraştılar, o ayrı; çünkü bu güruhun dini alet ederek kendi gruplarının çıkarlarına hizmet ettiklerini görüyorlardı (bkz. Ozal'ın semiren ailesi, bkz. Unakıtan'ın yumurtacı oğlu, bkz. Erbakan hoca'nın altınları... daha hangi birini sayayım dedirten bir sürü şey...), ülkenin en iyi işleyen kaynaklarını birer birer yabancı sermayeye sattıklarını görüyorlardı (Tüpraş'ı hatırlayın, tam hatırlayamadım rakamları, yalan olmasın ama 2-3 senelik kârına satılmadı mı koskoca tesis??), vatansever olup da buna kafa tutmayacak insan olur mu Allahaşkına? Peki sonra ne oldu, birtakım karanlık güçler tarafından susturulmadılar mı? Sizce bunun nedeni nedir acaba? Cuntacı olmaları mı, yoksa bombacı olmaları mı??


    Öte yandan bir de milliyetçiler var... Arkadaşlar milliyetçileri de "dinden arındırılmamış ulusalcılar" olarak tanımlamışlar... Oysa baktığınız zaman milliyetçiler ve ulusalcılar aynı şeyi söylemekteler: Vatanımızın emperyalist güçlerin ve onların maşalarının at koşturduğu bir yer olma konumundan kurtarmalıyız! İşin ilginci, artık eski tüfek solcularla ülkücülerin bu noktada birleştiğini görüyoruz: Gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçilerinden, Kıbrıs davasına baş koymuş Rauf Denktaş'ın danışmanı, Mümtaz Soysal hoca örneğin... Altemur Kılıç yazılarında eski komünistlere kucak açıyor... Demek ki milletini sevenler hakikaten ortak bir paydada buluşabiliyor! Yok şu adam namazında niyazında dindar bir adammış, beriki ateistmiş, bunlar mühim değil o ortak paydada...

    Ha, bu arada kendilerini laik diye adlandıran, bir yandan da ulusalcıların içinde sayılan bir takım insanlar da var ki, dindarların tümüne
    tuhaf bir paranoya ile bakmaktalar... Bunların varlığını da yadsımıyorum, tıpkı radikal, eğitimsiz gerçekten faşist olan birtakım ülkücülerin
    varlığını da yadsımadığım gibi... Ama daha önce de söylemiştim, yine tekrarlıyorum: Bütün vatanseverleri din düşmanı, darbeci, faşist
    insanlar şeklinde etiketlemek ayıptır, günahtır yahu! Gerçekten de bu ülkede yanlış giden şeyler olduğunu düşünüp bunu göstermeye çalışan, Tayyip Erdoğan'a kişisel gıcıklıktan ziyade dini kullanarak rant sağladığını, icraatlarıyla ülkeyi batağa sürüklediğini düşündüğü için karşı çıkan, bunu yaparken de ezana namaza islamiyete (kendi inansa da inanmasa da) saygılı olan insanlar hiç mi yok?? Hayır efendim, bence asıl bu insanlar çoğunlukta "ulusalcı" diye tabir ettiğimiz grupta. Fakat Metin Aydoğan'ın, Uğur Mumcu'nun, Anıl Çeçen'in, Emin Gürses'in kitaplarını/yazılarını hiç okumamış, bu ülke üzerinde oyunlar oynandığı gerçeğini paranoyaklık olarak adlandıran insanlar daha çok bu ülkede, maalesef ki ne maalesef...
    (25.04.2008 04:40)

vampircik new york city le bernardin zirvesi

son iki almaz

    King'in en çok korktuğum cezası...

    Çünkü diğerlerinde az çok yiyip yemeyeceğiniz bellidir, mesela bir dolu kupanız vardır, Rıfkı olsa bile "hieeyyt, yırtarım ben bu işten!" diye sevinirsiniz ve sevinciniz boş çıkmaz. Ya da Kupa As'ı satacak yer bellidir, ona oynarsınız... Hiç çareniz yoksa, baştan kabullenirsiniz kaderinizi, sonunda pek üzülmezsiniz...

    Ama bu nalet son ikide, her an teyakkuzda olmanız lazım gelir. "Ne çıktı, ne çıkmadı, kaç tane sinek döndü, hay Allah ben sona maçaları saklayacaktım, onu çekmenin sırası mıydı kardeşim!" filan diye bin türlü düşünce döner kafada oyun boyunca... Bir de karşınızda iyi bir stratejist varsa* bütün planınıza rağmen, elinizde en büyük kağıt 9'lu olmasına rağmen 360 cezayı afiyetle yersiniz! Hem de oyunun en başında "Heyooo, ben bu eli hayatta yemem!" diye ahkâm kestiyseniz, işte en çok bu koyar...
    (23.04.2008 19:24)

günü gününe ders çalışmak

    19 senelik öğrencilik hayatım boyunca hep yaptığım iştir. * * Bana getirilerini sayarsak:

    1) Efenim, hakkaten sınıf birinciliğine oynamışımdır her zaman... Övünmek için söylemiyorum, ama notların iyi gelmesinin en kolay yoludur... Hatta ilk yazılıyı*) yüksek tutmak için en baştan çalışınca, son yazılılarda*) insan stressiz, rahat bir sınav geçirir ve bu da yüksek not almanıza daha da yardımcı olur...
    2) Sosyal hayatınız da renkli olur. Düzenli çalıştıkça her işe zaman ayırabilirsiniz; final haftası kendinizi bütün toplumdan soyutlamak zorunda değilsiniz mesela... Ama burda dikkat edilecek husus, sosyal hayattan kastedilenin günde 50 bölüm Lost izlemek olmadığını algılamaktır; böyle gece 2-3 saat dışarı çıkmaktan, sinemaya filan gitmekten, ya da haftasonları klüp aktiviteleriyle uğraşmaktan söz ediyoruz.
    3) Öğrencilik hayatı boyu stresten uzak yaşarsınız.
    4) Herkes size hayrandır *)

    Öte yandan, kötü yanları:
    1) İş hayatına girdiniz mi işiniz bitiktir: Her gün günde 2 saat çalışıp geri kalanında gezmeye programlandığınız için, 10 saat aynı ofiste oturup bilgisayar başında çalışmaktan kafayı yersiniz! Hele ne yaparsanız yapın son ana kalan stresli işlerde tamamen çuvallarsınız, kendinizi hiç baskı altında çalışabilmekle eğitmemişsinizdir çünkü!!! Bütün dengeniz bozulur... Sonra şanslıysanız yeni bir iş, veya yeni bir denge bulursunuz... Veya öğrencilik yaşamına geri dönüp akademik kariyer yaparsınız *

    Kısacası getiri ve götürüleri bulunan bir durumdur. Şahsen getirileri götürülerine göre daha çoktur diye düşünüyorum, o yüzden hâlâ da tercih etmekteyim... Ama "ben son gün daha iyi anlıyorum, yumurta kapıya dayanınca zekâm açılıyor" diyenlerdenseniz, eyvallah derim, bana olmayan ama arkadaşlarımda çokça gözlemlediğim bir olay olduğu için gerçekliğine inanıyorum. Ama gene de becerebilirseniz çocuklarınıza günü gününe çalışma alışkanlığı kazandırmaya çalışınız; bırakın çocuk rahat bir öğrencilik hayatı yaşasın, sonra da akademisyen olsun ne bileyim... Heyecan verici aktivite olarak da roller coaster'a binsin, paraşütle filan atlasın...
    (23.04.2008 18:58)

sunay akın

    *

    Onbeş yaşındaydım onunla tanıştığımda... Onbeş önemli bir yaştı benim için: ilk defa âşık olmuş, Kumral Ada Mavı Tuna'yı ilk kez okumuş, Yaşar Kurt'u, The Cranberries'i ilk defa dinlemiştim... Ve ilk gençlik yaşımın sürprizleri bitmemişti henüz...

    O gün bizim sınıf kızlarının heyecan içerisinde incecik bir kitabı elden ele geçirdiklerini hatırlıyorum; derste hoca varmış yokmuş umurlarında değildi sanki... Tenefüste Mehlika'nın yanına geldim:

    "Nedir bu okuduğunuz?"

    "Al sen de bak..." diye uzattı kitabı bana Mehlika. Şöyle bir baktım kitabın ismine: "Makiler" idi. Makileri oldum olası severim... Rastgele açıverdim sayfalardan birini...

    "incitirim korkusuyla
    yıkarken
    nasıl da usulca
    gezdirirdi ellerini
    teninde annen...
    "

    Önce anlamadım... Eee, ne olmuş yani? Sonra, şiirin başlığına bakmayı akıl ettim ve kalakaldım: Öylece kalakaldım!

    ... Çünkü şiirin adı "fahişe" idi!

    Sonradan Sunay amcanın bu oyunbazlığına alıştım alışmasına, ama beni yerden alıp yere çarptığı o ilk an'ı hiç unutmadım, unutmam da... İçimden yükselen o ince sızı, yine adına bakana dek ne anlattığını bilemeyeceğiniz bir başka şiirinde çıktı karşıma:

    "İstanbul'da bir şehir
    hatları vapuruna
    verildi adım
    iki kıyı arasında
    usanmadan dolaşır
    her iskelede
    seni ararım
    "

    Bu şiirin adı da "şehit" ti...

    Sonra pek çok defa daha yaşarttı gözlerimi, savaştan bahsettiği şiirlerde...

    "Aslında ben daha güzel ölürdüm
    arka bahçede askercilik oynarken
    tahta tüfeğimle toprağa uzanır
    annemin sesiyle doğrulurdum hemen
    -Çabuk kalk üstün kirlenecek hınzır!

    Yerdeyim yine bak anneciğim
    n'olur kızma adımı çağır
    "

    ve bir çocuğun gözünden, ne de güzel anlatırdı dünyayı!

    "yol kenarındaki
    yağmur mazğallarını
    kumbara sanıp
    harçlığımı atardım
    bu yüzden en çok
    denizden alacaklıyım.
    "

    O yüzden anladım ki Sunay Akın bir çocuk-adamdır: Bir insan içindeki çocuk ruhunu kaybetmeden bu güzel şiirleri yazamaz çünkü... Yazdığı şiirler iyiymiş değilmiş; düzyazılarında alâkalı-alâkasız şeyleri bağdaştırmak için edebiyat parçalıyormuş falan, umrumda olmadı ondan sonra: Bu şiirleri yazabilen insan, ender bulunan kıymetli insanlardan biridir bence; bir zamanlar çocuk olduğunu unutmadığı için...

    * *
    (23.04.2008 06:52)

la habitacion de fermat

    Türkçe adı "Fermat'ın odası" olan film, 2007 yapımı olup Luis Piedrahita ve Rodrigo Sopena tarafından yönetilmiştir.

    Çıktığından beri fellik fellik DVD'sini, olmadı DVD-rip'ini, en son da altyazısını aradığım filmdir. Hatta İspanyolca altyazısı nete düştüğünde kıt İspanyolca'mla çözerim belki diye elimde sözlükle başına oturdum da, filmde bir sorun çıktı. Neyse, iyi ki de çıkmış, bugün mis gibi İngilizce altyazısıyla izledim ve burada sıcağı sıcağına birkaç laf etmeden geçemeyeceğim.

    Fermat'ın odası, zeka sorularını sevenler için hiç sıkılmadan izlenebilecek bir film. İlginç öyküsü, dört matematikçiye Fermat takma adlı biri tarafından gönderilen bir davet mektubu ile başlıyor: Söz konusu mektupta, aynen bizim Türk Zeka Vakfı'nın zeka oyunlarındaki sorulara benzeyen bir problem bulunmakta. Bu problemi çözen dört matematikçi, ilginç bir bulmacanın tartışılacağı söylenen bir toplantıya davet ediliyor ve olaylar ıssız bir yerdeki bu toplantı mekaninda başlıyor... Bundan sonrası ise hızla ilerleyen örgüsü, bir bir açığa çıkan sırlar ve de filmin akış hızı içinde sizin de heyecanla çözmeye çalıştığınız zeka problemleri ile devam ediyor. Finalde ise bizi tahmin edeceğiniz gibi bir sürpriz bekliyor.

    --! spoiler !--
    Filmin işleyişinde bazı mantık hataları bulmak mümkün tabii: Mesela Pascal'ın problemi çözmesine bir kelimesi ile yardım eden kütüphane görevlisi kadın olmasa, ya da Pascal bu ipucunu anlamasa ne olurdu? Ya diğerleri? Onlar çözemeseydi, adamımızın planı suya düşmeyecek miydi? Daha da büyük tesadüf, Hilbert'ın tüm planı üzerlerine kurduğu Pascal ve Fermat'ı bağlayan trafik kazası olmamış olsa bizim eleman ne halt edecekti? Sonracığıma, Pascal, Hilbert'ın telefonla Fermat'ı arayan kişi olduğunu yemekten sonraki konumlarını düşünerek çözüyor; oysa daha sonra aynı Pascal, Hilbert'ın aslında ölmek istemediğini, gerçek Hilbert'in 80'lerinde ölmesinden yola çıkarak çıkarıyor. E madem bunu biliyordun, demezler mi adama sen bu Hilbert'ta bir nane olduğunu niye akşam yemeğini düşünene kadar anlamadın? Ayrıca Hilbert'ın kaçış planı yaptığını öğreniyoruz, o halde diğerlerinin de ölmeyeceğini düşünebiliriz (ne de olsa daracık odada tek başına kaçması pek mümkün gözükmüyor; çıkış yolunu açtığı anda geri kalanlar da oraya hücum edeceklerdi; haa, ancak kendini çıkışa en yakın şekilde konumlandırması ve zamanlamayı iyi yapması halinde (o da beeeelki) tek basina kaçabilir), ancak bu, Hilbert'ın son anda kendini ele verip bütün planı anlatmasıyla çelişiyor: hayır yani, odadaki herkesle beraber kurtulacaksan zavallı Fermat'tan ne istedin? Bütün suçu atabilmek için adamcağızı öldürmeye değer miydi, ki asıl kızgın olduğun kişi Galois idi... Yok herkesle birlikte öleceksen, çıkışı niye yaptırdın? Son olarak, soruların cevaplarını girdikleri makineyi anlamlandıramadım ben: Hadi ilk soruda mantıklıydı, sadece bir rakamdı doğru cevap. Ama sonrakilerin doğru mu yanlış mı oldugunu makine nasıl algıladı? Ben son ana kadar başka biri de işin içinde, dışarıda cevaplara bakıp bakıp presleri durdurup çalıştırıyor diye düşünüyordum, hatta kütüphanci kadıncağızın günahını almışım... Neyse, sonunda olan zavallı Fermat'la polise oldu, biz de patlamış mısır yapma makinesinin bizim evde olması ile, bir de son karede aşüfte kızımızın grupta baştan çıkarmadığı tek erkek olan Pascal'a da çapkın çapkın bakmasıyla eğlenmiş olduk *
    --! spoiler !--


    Fermat'ın odası, bence güzel, izlenesi bir film. Özellikle matematikle ilgileniyorsanız Goldbach konjektürünü, Fermat'ın son teoremini filan filmde gördükçe keyiflenebilirsiniz. Filmde sorulan soruları görünce "hehehe, ben biliyorum bunun cevabını!" diye de neşelenebilir; daha da iyisi, bilmiyorsanız çözmeye uğraşıp dahi matematikçilerden önce sonuca ulaşınca zevkten dört köşe olursunuz (öte yandan, bazı soruları o kısacık sürede çözebildikleri için elemanların zekasını da kıskanmanız mümkün...) Son olarak, bana konusuyla ve klostrofobik öyküsüyle The Cube serisini, başka öğelerle ise * Saw'u ve Agatha Christie'nin muhteşem kitabı On Küçük Zenci'yi hatırlattı, o yüzden ben kendisine IMDB ortalamasından yüksek bir puan veriyorum, İspanyol sinemasını da gerilim ve thriller türünde son yıllarda gösterdiği gelişmeden dolayı *
    * * * * tebrik ediyorum.
    (23.04.2008 06:37)

rapsodi

persepolis

    "Özgürlüğün her zaman bir bedeli vardır..."

    Filmden aklımda yalnızca bu söz ve Marjane'ın büyükannesinin biraz çatlak, biraz çocuksu, çokça bilge tavırları kaldı...

    Bir kadın filmiydi Persepolis, İran'ın bir kadın gözünden anlatımıydı... Sadece bu da değil, doğulu bir kızın batıya adapte olmak için ne kadar çırpınırsa çırpınsın, hep bir miktar yabancı kaldığının resmiydi; acıklı bir filmdi...

    Filmin çok kopuk kopuk olduğu doğru; upuzun bir çizgi romanın doksan dakikaya dökülmesi kolay değildir, bir sürü detay dışarda kalmış... Yine de insanın içini sızlatmaya yetiyor kalanlar: Hep tuhaf bir paranoya ile baktığımız, bizden çok farklı insanlar olduklarını zannettiğimiz doğu komşularımızın aslında bizden pek de farklı olmadığını, onların da doğuyla batı arasında sıkışmışlık duygusunu çokça yaşadığını hissediyorsunuz izlerken... Bir de yasakların, baskının asla çözüm olmadığını hatırlıyorsunuz: İnsanların başına asker dikerek kafalarının içindekiler değiştirilemez; içkisini içmek isteyen, kadınlı-erkekli partisini yapmak isteyen en katı rejimde bile bir yolunu bulur, olan hak-hukuk-özgürlüğe olur...

    Saygı, sevgi ve hoşgörü: Onların var olmadığı hiçbir rejim uzun soluklu olamayacaktır: İster İran'daki katı molla rejimi olsun, ister Küba'daki katı komünist rejim... Çünkü, "Bazı insanları bir süre kandırabilirsiniz. Bazı insanları ise her zaman kandırabilirsiniz. Ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız *".
    (22.04.2008 05:00)

sayfa: 1...-179-180-181-182-183-184

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.