taranta babu ya ikinci mektup

    nazım hikmet'in ilk olarak 1935 yılında yayınladığı taranta babu ya mektuplar adlı kitabında yer verdiği ikinci mektuptur. aşağıdadır:

    taranta - babu'ya ikinci mektup

    boynunda mavi maymun dişinden
    üç dizi gerdanlık taşıyan,
    kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
    ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
    sözleri sözlerimin
    gözleri gözlerimin bakır aynası,
    üçüncü kızımın
    ve beşinci oğlumun anası
    taranta - babu!..
    aylardır
    kalmadı çalmadığım kapı.
    sokak sokak
    yapı yapı
    adım adım
    roma'da
    roma'yı aradım!..
    burda artık
    büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
    kesmiyor;
    floransa'dan rüzgâr esmiyor!.
    ne dante aligeri'den şarkılar,
    ne beatriçi'nin nakışlı yüzü var,
    ne leonardo da vinçi'nin öpülesi eli!..
    mikel ancelo
    müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur.
    ve sapsarı boynundan
    bir katedral duvarına asmışlar rafael'i!.
    roma'nın büyük
    roma'nın geniş caddelerinde bugün;
    dayamış sırtını beton-arme bankalara,
    çifte başlı bir balta gibi duran
    yalnız bir kara
    yalnız bir kanlı gölge var:
    her adımında bir
    esir
    başı vuran,
    her adımında bir mezar
    açıp
    geçen
    sezar!..

    roma!
    kovadis roma?
    diye sorma!
    bizim oraların güneşi gibi aydın
    ve ortada bu!
    sus taranta - babu!
    sevgiyle
    saygıyla,
    gülerek
    haykırarak
    sus!..
    dinle bak:
    zincirlerini kırıyor
    roma'nın varoşlarında spartakus!..
    (26.11.2006 19:02)

taranta babu ya birinci mektup

    nazım hikmet'in ilk olarak 1935 yılında yayınladığı taranta babu ya mektuplar adlı kitabında yer verdiği birinci mektuptur. aşağıdadır:

    taranta - babu'ya birinci mektup

    babasının yirmi beşinci kızı
    benim üçüncü karım,
    gözlerim, dudaklarım
    taranta - babu.
    sana bu
    mektubu
    içine yüreğimden başka bir şey komadan
    yolluyorum
    roma'dan.
    bana darılma sakın
    şehirlerin şehrinden sana gönderecek
    kendi yüreğimden daha akla yakın
    bir hediye
    bulamadım
    diye.

    taranta - babu;
    onuncu gecemdir ki bu
    başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum
    okuyorum
    doğuşunu
    roma'nın.
    önde sıska dişi bir kurt
    arkada tombul ve çıplak
    remüs'le romilüs
    dolaşıyorlar içinde odamın.

    ağlama taranta - babu..
    bu romilüs
    ual - ual çarşısında
    güpegündüz
    senin o incir memeli kız kardeşini
    altına alan
    mavi boncuk tüccarı sinyor romilüs
    değil
    ilk romalı, kral romilüs...


    not:
    birinci mektubun burasında bir
    atlayış var. belki ara yerden bir
    kâat kaybolmuş. fakat aşağıdaki
    satırlarla ilk romalı kral romilüs'ü
    taranta - babu'ya anlatmak iste-
    diği belli :


    dalgalar
    birbirlerini devire devire,
    dalgalar
    döverdi korsika kıyılarını
    haykırdıkça açık denizlere
    antium yamaçlarından, o...
    ve yıldırımları tutup saçlarından, o,
    çalardı yere
    ne zaman
    göğe kaldırsa elini.
    sanki babası boksör karnera'ydı,
    anası başbakan mussolini.


    not:
    mektubun buradan aşağısı yine
    eksik. fakat anlaşılıyor ki, romi-
    lüs'ün tarifinden sonra taranta -
    babu'ya roma'nın kuruluş efsa-
    nesi anlatılıyor.


    remüs ve romilüs...
    ikizleri silvia'nın...
    venüs'ünün torunları...
    bakılmadan
    gözlerinin
    yaşına,
    karanlık bir gece, bir dağ başına
    fırlatıp
    attılar onları..
    ne
    alınlarında defne,
    ne bacaklarında donları...
    ve daha o zaman
    habeşistan'a yeşil boya
    vurulmadığı için
    ve banka di roma
    daha kurulmadığı için,
    romilüs'le remüs
    bir sabah erken
    dağda düşünürlerken:
    -"şimdi biz
    ne haltederiz,
    diye, burada?"

    rastladılar yavrulu bir dişi kurda.
    yavruları vurdular.
    ana kurdun sütüyle
    karınlarını bir temiz doyurdular.
    sonra gidip
    roma'yı kurdular.
    kurdular ama
    iki adama
    dar geldi roma.
    ve bir akşam
    bilmeden geçti diye
    şehrin sınır taşını,
    çekince kopardı romilüs
    kardeşi remüs'ün başını...

    işte böyle taranta - babu..
    gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu:
    temelinde roma'nın
    dişi kurt sütüyle dolu kovalar
    ve bir avuç kardeş kanı var...
    (26.11.2006 19:01)

taranta babu ya mektuplar

    nazım hikmet'in ilk olarak 1935 yılında yayınladığı kitabıdır. kitapta roma'da yaşayan bir arkadaşından aldığı bir mektup bulunmaktadır. aldığı bu mektup aşağıdadır. bu mektupla beraber arkadaşı ona roma'da kaldığı odada bulduğu bir takım mektupları da göndermiştir. bu mektuplar, arkadaşının kaldığı odada ondan önce kalan kişinin taranta - babu adındaki karısına yazdığı mektuplardır. aşağıdaki mektup arkadaşının nazım'a yazdığı mektuptur.


    n.h: kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, asya ve afrika dillerine merak saran bir italyan arkadaştan, geçenlerde bir paketle bir mektup aldım. arkadaşın adını yazmak istemiyorum. başı belaya girer. fakat mektubunu olduğu gibi aşağıya geçiriyorum.



    roma, 5 ağustos 1935


    kardeş,
    sen roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan tanırsın. taşları sezar'ların ve lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen koliseum; batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; palazzo venezia sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında, sol eli havada, öylece donakalmış mussolini.
    fakat bu kartpostallar roma'sına benzemiyen bir roma daha vardır. onun ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. bu ikinci roma'nın adı: cartieri popolari - halk mahalleleri'dir... burada evler, amerika'ya göç edemiyen bir italyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. buranın karanlığı terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. bu mahalleler, boyalı kartpostalların parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına...
    kızını, italya'nın en zengin, en rahat delikanlısı kont ciano ile evlendiren ve kendisi prens torlonya'nın armağanı villa torlonya'da oturan büyük idealist sinyor mussolini, italyan ansiklopedisi'nin "f" harfinde faşizmin ne demek olduğunu anlatırken der ki:
    "faşist, rahat hayata hor bakar... yeryüzünde saadetin mümkün olacağına inanmaz."
    faşizmin bu "rahat hayata hor bakmak ve yeryüzünde saadete kavuşmamak" nazariyesi, büyük bir ciddiyet ve samimiyetle "cartieri popolari - halk mahallelerinde" gerçeklendirilmiştir.
    banka komerçiale'de direktörlük ve italyan finansına sezar'lık eden lehli töplitz'in en yakın dostu il duçe benito mussolini, yine "f" harfinde faşizmin tarifini yaparken şöyle der:
    "faşizm için her şey devletin içindedir. devletin dışında manevî veya insanî hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir."
    bu derin, bu erişilmez faşist görüşünün nasıl gerçekleştiğini anlamak için, bertolino splandit otel'in italyan güneşlerinden daha ışıklı salonlarında toplananlara yükselmek değil, "cartieri popolari - halk mahallelerinde" oturanlara inmek gerektir. bu mahallelerin oturucuları, gerçekten de büyük bir enerjiyle, devletin hapishaneleri, vergi daireleri ve polis karakolları içine alınmışlar, onlara devletin dışında her şeyin değersiz olduğu, gerçekten de anlatılmıştır...
    yine italyan ansiklopedisi'ndeki "f" harfine faşizmin tarifini yaparak ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi eserleri olduklarını ispat eden italyan kurtarıcısına göre:
    "faşizmin anladığı hayat ciddî, ulvî ve dinîdir.."
    bu, gerçekten de böyledir. gerçekten de, yalnız roma'nın cartieri popolari'sinden değil, bütün italya şehir ve köylerinin halk mahallelerinden, karınları kaburgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle faşizmin anladığı ciddî, ulvî ve dinî hayata kavuşturulmaktadırlar.
    fakat, sana şunu söylemeliyim ki, cartieri popolari oturucularının birçoğu, ne yazık ki, ansiklopedi'de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha az ciddî, ulvî ve dinî de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler:
    "bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırışının ilerlemesi faşizm biçimini alır. faşizm, finans kapitalinin en mürteci, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır. faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları şunlardır:
    "kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase olmuş sosyal unsurların çokluğu, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli korku."
    işte ben, bundan iki hafta önce, faşizmin böyle bir kuru, böyle bir şiirden uzak tarifini yapan roma'nın halk mahallelerinden garbatella'da üç katlı bir evin kapısını çaldım.
    burası, fakir talebelere, faşizmin ulviyetini anlamamış bilginlere ve artistlere, bekâr işçilere teker teker oda kiralıyan evlerden biriydi.
    kapıcı kadına, kiralık bir oda istediğimi söyledim. beni ikinci kata çıkardı. gösterdiği odayı beğendim.
    kiralık odalar, kiralık elbiselere benzerler. her ikisinde de aklıma ilk gelen şey: "bunu benden önce kim giydi? burada benden önce kim oturdu?" olur.
    karyolanın kıyısına iliştim:
    - benden önceki kiracınız kimdi? diye sordum kapıcı kadına.
    kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi birdenbire. sonra kuşkulu gözlerle yüzüme baktı. ve daha sonra:
    - size haber vermediler galiba, dedi. iki gün önce onu tevkif edip götürdüler.
    kadının bu cevabından hiçbir şey anlamadım. fakat kısa bir karşılıklı şaşalamanın sonunda iş anlaşıldı. beni, roma emniyet memurlarından biri sanmıştı. iki gün önce, yine emniyet memurlarınca tevkif edilip götürülen adam ise habeşli bir delikanlıydı.
    kapıcı kadının anlattığına göre, bu delikanlı habeşistan'ın galla boyundan putperest bir zenciymiş. bir yıl önce bu odayı kiralamış. italya'ya resim öğrenmek için geldiğini söylermiş.
    bütün bunları öğrendikten sonra benim artık odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi sanan kapıcı kadın basbayağı üzüldü. zencinin arkasından odayı iyice silip süpürdüğünü uzun uzadıya anlattı. hattâ karyolanın demirlerini bile lizollamış.
    odayı tutmaktan vazgeçmediğimi söyledim. ve akşamüstü tekrar bavulum ve kitaplarımla döndüğüm vakit, baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş bir odada yaşamaktan korkmadığım için, kapıcı kadının gözünde yarı kahraman kesildiğimi anladım.
    odanın ortasında ilk yalnız kaldığım an, ilk yaptığım şey orta yerde kımıldanmadan öylece durmak oldu. sonra adeta koşarak, gittim kendimi karyolanın üstüne bıraktım.
    düşünüyorum:
    şimdi benim sırtüstü yattığım karyolada o gallalı delikanlı bir yıl yatmış. gözüm tavan tahtasında bir budağa ilişti. onun gözleri de bu budağa ilişmiş. yastığın üstünde, benim saçsız, yarı dazlak kafamın yanında onun kara kıvırcık saçlı başını görüyordum. yukardan aşağı lizollandığını öğrendiğim karyolanın demirlerinde, onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor... kalktım oturdum. ve anladım ki odada yalnız değilim.
    belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir adamın bir yıl soluk aldığı, kımıldandığı, düşündüğü, şarkı söylediği bir odada insan kendisini yalnız hissedemiyor.
    onun buradan çıkarılıp ölüme götürülmesi, onu bu dört duvar içinde, bu duvarlar yıkılana kadar yaşatacak.
    onu sevdim birdenbire. ona sınırsız bir saygı duydum. yıllarca beraber düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiydim onunla.
    odanın ortasında bir masa vardı. onun oturduğu iskemleyi çektim, onun abanoz dirseklerini dayadığı masaya dirseklerimi dayadım.
    habeşistan bir yarı müstemleke. o, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi galla'dan bir zenci. ben, kara gömlek giymiş bir emperyalizmin ak derili yerli kölesi.
    anamın yüzünü görmedim. beni doğururken ölmüş. bu zenci delikanlının yüzünü bilmiyorum. o bu kapıdan ölüme götürülmüş. ben bu kapıdan içeri girdim. birdenbire anladım ki o, bana anam kadar yakındır.
    yakınlık duygusu öyle bir nesne ki, insan kendine yakın bulduğu insandan kalmış elle tutulur, gözle görülür bir hatırayı elle tutmak, gözle görmek istiyor.
    şimdi bu kadar yakınımda, böyle yanı başımda görünmez ellerinin havada görünmez yapraklar gibi kımıldandığını duyduğum adamdan, gözle görülür, elle tutulur bir şeyler kalmış olacaktır diye düşündüm. karyolanın başucunda bir küçük komodin vardı. kalktım, alt kapağını açtım: boş. üst gözünü açtım, çekmecenin içi eski gazete kâatlarıyla döşeli. en açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır.
    çekmeceye döşenmiş gazeteleri kaldırdım. en açıkgöz baskınlarda, en umulmadık yerde unutulan şeyi buldum. bu, habeş diliyle yazılmış bir karalamalar tomarıydı. gallalı zenci delikanlının karısına yazdığı, fakat gönderdiğini sanmadığım, mektupların karalamaları.
    önümde, gallalı zencinin, taranta - babu adındaki karısına yazdığı mektupları, dirseğim onun abanoz dirseklerinin dayandığı masaya dayalı, okuyorum. mektuplardan bazıları eksik. ara yerden kâatlar kaybolmuş.
    son mektubu bitirdiğim vakit dışarda gün ağarıyordu. tepemde sallanan elektrik ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. lambayı söndürdüm. üç gün üç gece durup dinlenmeksizin yol yürümüş gibi yorgundum. yatağa, onun yatağı üstüne attım kendimi. ellerimde onun taranta - babu'ya yazıp göndermediği mektupların karalamaları, dazlak kafam onun kıvırcık kara saçlı başının yanında, uyudum.
    mektubum bitiyor. sana gönderdiğim pakette taranta - babu'ya yazılan mektup karalamalarının kendileriyle, benim yaptığım çevirmeler var. bunları burada basmak, yaymak mümkün değil. sen orada neşredersin. bunların matbaa harfleriyle basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış örneklerinden bir tanesini olsun, ne o, ne taranta - babu görecek, ne de ben göreceğim. o, kurşuna dizildi. taranta - babu'nun olduğu yere, gökte kanlı bir haç gibi uçan ölüm kuşları gidebilir, fakat posta uğramaz. bana gelince, ben yeryüzünün dört bucağına, akla gelen bütün yollarla bağlanmış bir ülkede yaşıyorum. fakat hiçbir italyan posta vapuru, bir tek italyan posta tayyaresi ve hiçbir avrupa tireni taranta - babu'ya yazılan mektupları bir daha italya'ya sokamazlar.



    kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, asya ve afrika dillerine merak saran italyalı arkadaştan aldığım mektup bu kadardır. paketten, taranta - babu'ya yazılan mektuplar çıktı. asılları bendedir. çevrimlerini, italyan arkadaşın yaptığı bazı notlarla beraber oldukları gibi neşrediyorum.

    01) taranta babu ya birinci mektup
    02) taranta babu ya ikinci mektup
    03) taranta babu ya üçüncü mektup
    04) taranta babu ya dördüncü mektup
    05) taranta babu ya beşinci mektup
    06) taranta babu ya altıncı mektup
    07) taranta babu ya yedinci mektup
    08) taranta babu ya sekizinci mektup
    09) taranta babu ya dokuzuncu mektup
    10) taranta babu ya onuncu mektup
    11) taranta babu ya onbirinci mektup
    12) taranta babu ya onikinci mektup
    13) taranta babu ya son mektup
    (26.11.2006 19:01)

sürtük

    kemalettin tuğcu'nun tahminimce ilham perisi için yazdığı bir şiirin adıdır. şöyledir:

    penceren kapalı,
    perdeler örtük.
    kaç gündür görünmüyorsun,
    nerelerdesin sürtük?
    (25.11.2006 17:39)

gerileyen türkiye yahut adnan menderes e öğütler

    nazım hikmet'in yky*den çıkan yeni şiirler adlı kitapta yer alan bir şiirdir. şiir new york times'da 29 aralık 1954 tarihli çıkan habere itafen yazılmış bir şiirdir. aşağıda çıkan satırların hepsi nazım hikmet'in kendi elinden çıkmıştır.

    nev-york tayms gazetesi 29 aralık 1954 tarihli sayısında "türkiye geriliyor" başlıklı bir başyazı yayımladı. bu başyazıda şöyle satırlar var: "o -adnan menderes- basın hürriyetini yok ediyor... basında kendisini tenkit edenleri hapse atıyor... siyasi muhalefeti eziyor... menderes işçilere grev hakkını tanıyacağını vaad etmişti... halbuki en kısa grevler için işçileri takip ediyor..."

    ben, nazım hikmet, nev-york tayms gazetesinin satırları arasında kalan yazıları da okudum. bu satırların arasındaki satırları aynen aşağıya geçiriyorum.

    gerileyen türkiye yahut
    adnan menderes'e öğütler

    şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes,
    bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.
    ille de asıp kesmek geliyorsa içinden
    ezmekte devam et barışçılar'ı, ama sen
    mesela yalçın'ı da tıkıyorsun deliğe*
    ihtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye,
    git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür,
    o, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür.

    o, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran,*
    o, büyük demokrat, o, hürriyetçi kahraman,
    moskova'yı atomlayalım diyen insancı...
    kendine acımazsan bize bir parça acı.
    a be adnan menderes, böyle bir dal kesilmez,
    böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez...
    şu muhalefetle de alıp veremediğin ne?
    niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne?
    kore'ye asker gönderdin de "hayır" mı dedi?
    "kan aktı hesabı sorulmalıdır!" mı dedi?
    orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı?
    "olmaz olsun" mu dedi amerikan yardımı?
    feryat mı etti "istiklal elden gitti" diye?
    zavallı sımsıkı sarılmış demokrasiye:
    "başvekil merasimsiz karşılanmalı" diyor.*
    bir de bazan coşarak "hayat pahalı" diyor.
    bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek
    türkün batılı dostlarını pek üzüyor pek.*
    şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes,
    bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.

    hani, her işte bizden örnek alacaktın ya?
    hürriyet nizamına sadık kalacaktın ya?

    vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını.
    o hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı.
    elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver.
    ama ufak tefek grevlerde anlayış göster.
    sendika liderlerinizin birçoğu zaten
    bizde olduğu gibi emir alır polisten.
    niye telaşlanıp kaybedersin vakarını?
    hem de kırarsın liderlerinin itibarını?
    şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes,
    bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.

    senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar,
    unutma bu dallardan başka asıl ağaç var,
    öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç,
    bizi silkip atmaya fırsat kollayan ağaç...

    (1) adnan menderes tevkif ettiği gazeteciler arasında hüseyin cahit yalçın'ı da hapse attı.
    (2) 1945 yılında tan gazetesi başta olmak üzere birçok gazete, dergi matbaası yıkılıp yağma edilmiş, meydanlarda kitaplar yakılmıştı. bu faşist sürülerine "ileri" emrini yalçın* vermişti.
    (3) burjuva muhalefet gazeteleri ve partileri, adnan menderes'e istanbul'a filan gelip gidişlerinde merasim yapılmasına itiraz ediyorlar.
    (4) nev-york tayms yazısını şöyle bitiriyor: "bu durum türkiye'nin batıdaki dostlarını kederlendirmektedir."
    (09.11.2006 20:05)

hitit cadisi

    rüzgarlı bir akşam üstüydü. yok yok bu olmadı.

    lapa lapa kar yağmaktaydı bulutlardan burnunun sivri ucuna. bu da olmadı.

    bir ısırık daha aldı elindeki gevrek simitten, susamlarını dudaklarına bulaştırarak. bu güzel oldu gibi.

    güzel bir giriş gerektiren bir hikayeye girememenin bir çok yöntemi vardır. bunlardan bir kaçı yukarıda tarafımdan sizlere sunulmuştur. ama ben nasıl başladığını bilmediğim bir hikayeden bahsetmek istiyorum ki nasıl biteceği de pek belli değil. ya da ne zaman ve nerde biteceği. gerçi önemi de yok bunun.

    neyse biz asıl konumuza dönelim; anlatmak istediğim şey hayatla ilgili, belki de ta kendisi. beklemediğimiz olayları bize sunduğu ve bunlarla bizi kimi zaman güldürüp, çoğu zaman ağlattığı için bu hikayenin konusudur hayat. ağlatmak bu hayatın başlıca amacıdır. bu hayat sırf bize acı çektirsin diye vardır çoğu zaman.

    kendi elimizde olmadan yaşadıklarımız için üzüldük. hep "ya niye hayat böyle ya?" sitem dolu sözcüklerle ıslandı gözlerimiz. somurtup oturduk saatlerce. kırdık sevdiklerimiz kalbini. onların bizi hiç bir zaman anlayamadığını ileri sürdük, sanki biz onları anlayabiliyormuşuz gibi davrandık.

    ben seni anlayamıyorum. çünkü senin yaşadıklarını yaşamıyorum. bunları sana zaten söylediydim. ama senin acına ortağım burada. bugüne kadar seninle ne sırt sırta verip çay içmişliğim oldu, ne de sarılıp ağlamışlığım. senin sıkı bir dostun değilim büyük olasılık. senin için büyük bir insan portresi oluşturamıyorum belki kafanda. ama hüznünü paylaşıyorum senin. seni seviyorum çünkü hocam. burdaki herkes gibi seviyorum. bol bol artı dağıtışını seviyorum. kıvrak zekanı seviyorum. seni sevmek için hiç bir nedenim olmadığı için seviyorum. bir abi gibi, bir kız kardeş gibi seviyorum.

    şövalyelerin şövalyesi, hocaların hocası, şimdi güçlü olmak zamanıdır. hadi gülelim*
    (09.11.2006 00:12)

türev

    matematiksel dilde




    olarak ifade edien fonksiyondur.. bu limit varsa f(x) fonksiyonunun x0 noktasındaki türevidir.. aynı zamanda bu f(x) fonksiyonunun x0 noktasındaki eğimini verir.

    bir fonksiyonun, o fonksiyonun değişkeninin değişme hızına göre değişimidir. karışık cümleyi şöyle açıklarsak; y=f(x), yani y, x'e bağlı bir fonksiyon ise, x'in değişme hızı sonucu ile y değişim hızına türev denir. türev ifadesi fonksiyonun üzerine bir tırnak işareti ile belirtilir*. tek tırnak birinci dereceden türev, çift tırnak ikinci dereceden türev belirtir. daha ileriki derecedeki türevleri belirtmek için bu yöntem karışıklığa neden olacağından, bunun yerine fonksiyonun üzerine kaçıncı dereceden türev ifade edilmek isteniyorsa o sayı parantaz içinde yazılır. şöyle ki;

    1. dereceden türev: y' = dy/dx
    2. dereceden türev: y'' = d²y/dx²
    3. dereceden türev: y''' = d³y/dx³
    4. dereceden türev: y^(4) = d^4y/dx^4
    .
    .
    n. dereceden türev: y^(n) = d^ny/dx^n*

    özel olarak değişen zaman iken x fonksiyonu yolu tanımlıyorsa, türevi bize hızı verir. bunun da yine zamana bağlı türevi ivmeyi verir:

    x = yol, v = hız, a = ivme, t = zaman olmak üzere x fonksiyonu zamana bağlı olarak [x = t³ + 2t - 3] şeklinde tanımlı ise

    v= x' = dx/dt= 3t² + 2 olur. bu şekilde devam edersek

    a= v' = x'' = d²x/dt² = 6t

    olur.

    anlattıkları ifade bakımından çok farklı anlamlara sahip olmalarına rağmen tersi işlem olarak integral tanımlanır. yalnızca işlemsel olarak tersidir.
    (04.11.2006 02:12)

bağdat

    sagopa kajmerin ırak savaşını anlattığı şarkısıdır. sözleri:

    bağdat

    sizleri ölen sayısız insan için 3 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum

    mermi icad oldu mertim bozuldu ve merhumlar evin duvarında meçhul gazi. mayın şehit taburu, mayısta kan yağmuru, düşman uyku mahmuru, dünya kin maduru, solumda katliam, nerede sağduyu? mevzileri nöbet alan fevziler feyz alamadan fethettiler ahireti, mektupları kayıp, cinayet ayıp ve kültürler bombalandı, kimse sallamadı, bağdat ateş aldığında kalbim durgun yedi, güneş doğudan battı. mumlarınızı yakın, yorgun düştü uçaklar, tebessüm etti tüm sanıklar, tankları tanımlar tanıklar, yanıklarla dolu topraklar, karamparça bulutlar ve savaş! yavaş ölüm kaderinin hız kaynağı, telaş pazarı, can kumarı, çıkar savaşları, b52'ler yarıda kesti pişen aşları ve dünya kan deryası, geleceğin bedeli pahalı, duygular yamalı, suçu gelin etseler de kimse güvey girmeyecek, bilirim bu tarih değişecek ve tekerrüre dayalı imha tarihçesi, kurak sevgi bahçesi suya hasret.

    topalla gezen aksamak öğrenir, abanın kadri yağmurda bilinir ve hatıra silinir. ana gibi yar olmaz, bağdat gibi diyar olmaz ama bağdat bombalanır.


    kazanılan her madalyon, mayın tarlasındaki piyon askeri reyona bir şampiyon sıfatıyla koydu bir galon kurşun, hüşu derbeder. turşu geçmişler ve savaşta gazi bebekler, tekler kalbimin atışı ve ekler günbatımından şafağa doğru süregelen kanlı iklimler. psikolojisi kaybolan bitkisel yaşamlar, ideolojisi kuyularda saklı taşbakan, kanayan yaraların ortadoğusundan güneş battı ve bu şarkının üç leşi olmalı bir"leşmiş" o milletler sorgulamalı, birleşmiş amerika yılanları, çıngıraklı amacında yalanları ve kitle imha dolarları 24 beat'te tenha hiphopları, kinimin raple yansıyan oluşumları, kanunları kelepçelemeli ve elemeli eli zaferi simge edeni ve eylemini barışa saklayan her bireyi

    topalla gezen aksamak öğrenir, abanın kadri yağmurda bilinir ve hatıra silinir. ana gibi yar olmaz, bağdat gibi diyar olmaz ama bağdat bombalanır.

    hey hadi, hadi söyle, hadi söyle; kimin yaşayacağına kim varar veriyor? kimin öleceğine kim karar veriyor? bu savaş anlamsız. bana bakın, burada duruyorum ve üstüme tek bir kurşun bile gelmiyor, bir tane bile gelmedi, neden? peki neden hepsinin ölmesi gerekiyor? burada durabiliyorum, görüyorsunuz.
    (01.11.2006 20:17)

ben senden önce ölmek isterim

    harika bir nazım hikmet şiiridir. yazar olarak piraye nazım hikmet görünmektedir.

    ben
    senden önce ölmek isterim.
    gidenin arkasından gelen
    gideni bulacak mı zannediyorsun?
    ben zannetmiyorum bunu.
    iyisi mi, beni yaktırırsın,
    odanda ocağın üstüne korsun
    içinde bir kavanozun.
    kavanoz camdan olsun,
    şeffaf, beyaz camdan olsun
    ki içinde beni görebilesin...
    fedakârlığımı anlıyorsun :
    vazgeçtim toprak olmaktan,
    vazgeçtim çiçek olmaktan
    senin yanında kalabilmek için.
    ve toz oluyorum
    yaşıyorum yanında senin.
    sonra, sen de ölünce
    kavanozuma gelirsin.
    ve orda beraber yaşarız
    külümün içinde külün,
    ta ki bir savruk gelin
    yahut vefasız bir torun
    bizi ordan atana kadar...
    ama biz
    o zamana kadar
    o kadar
    karışacağız
    ki birbirimize,
    atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
    yan yana düşecek.
    toprağa beraber dalacağız.
    ve bir gün yabani bir çiçek
    bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
    sapında muhakkak
    iki çiçek açacak :
    biri sen
    biri de ben.
    ben
    daha ölümü düşünmüyorum.
    ben daha bir çocuk doğuracağım.
    hayat taşıyor içimden.
    kaynıyor kanım.
    yaşayacağım, ama çok, pek çok,
    ama sen de beraber.
    ama ölüm de korkutmuyor beni.
    yalnız pek sevimsiz buluyorum
    bizim cenaze şeklini.
    ben ölünceye kadar da
    bu düzelir herhalde.
    hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
    içimden bir şey :
    belki diyor.
    (27.10.2006 12:35)

tiktak

    dikdörtgen bir tahta üzerine, eşit boylara sahip çivilerin belirli bir düzenle çakılmasıyla elde edilen bir zeminde, top olarak bir para ya da düğmenin kullanılması ile oynanan bir oyundur. oyun zaten ismini topun* çıkardığı sesten almıştır.

    bir futbol maçını andırır; fakat takıma ait futbolcular yoktur. çiviler bir nevi o işi görseler de hiç bir çivi iki takıma da ait değildir, ya da ikisine de aittir. bu çivilerden ikişer tanesi kale yapılmak için kullanılır. kalelere gol atıldığında top* kaybolmasın diye kale direkleri arasına ip gerildiği görülebilir.

    oyuncu kimliğine sahip çivilerin çakılırken ki aralarındaki mesafe iyi ayarlanmalıdır; yoksa top* aralarından geçemeyecek ve işi zora sürecektir. zaten buradaki çivilerin amacı da oyuncunun gol atmasını sağlamaktan ziyade atmasını engellemektir. çakılan çivilerin boylarının da aynı uzunluğa sahip olması oyuncular için çok önemli bir husustur. değişik boylarda olan çivilerin arasına giren topu* oradan çıkarmak, elde kalıcı hasarlara neden olabilir.

    bu oyunda çivili tahtanın sahibi daima avantajlıdır; çünkü çivileri o çakmıştır ve nerde nasıl bir zayıflık var daha iyi bilir. hücum edecekken oraları kullanmaya gayret eder. hatta bazıları özellikle çivileri özel noktalara çakmaktadırlar.böylece tek vuruşta gol atabilmektedirler.

    bunların dışında çivilerin çakıldığı tahta da önemlidir. topun* zeminde kolayca kayması gerekmektedir. aksi takdirde gereksiz zorluklarla oyuncular karşı karşıya kalabilmektedir. bu oyunu oynadıktan sonra oyuncuların işaret parmaklarında geçici bir karıncalanma ve kızarma, hatta topa* abanma yüzdesine göre morarmalar görebilir.

    her şeye rağmen çok eğlencelidir. e bi de kazandıysan*
    (24.10.2006 12:23)

trigonometrik fonksiyonlar

    trigonometrik ifadeleri kullanarak elde edilen ifadelere trigonometrik fonksiyonlar denir. altı farklı ifadesi vardır:
    1) sinüs
    2) kosinüs
    3) tanjant
    4) kotanjant
    5) sekant
    6) kosekant

    bunların içerisinde bulunduğu ifadelere trignometrik ifadeler denir. bu ifadeler fonksiyon içerisinde kısaltmalarla kullanılırlar. öyle ki;

    1) sinüs = sin
    2) kosinüs = cos
    3) tanjant = tan
    4) kotanjant = cot
    5) sekant = sec
    6) kosekant = cosec

    bu ifadeler bir dik üçgen temel alınarak elde edilebilirler. mesela herhangi bir açısı x olan bir dik üçgen'i ele alalım. burada trigonometrik ifadeleri incelersek;

    sin(x) = karşı dik kenar / hipotenüs
    cos(x) = komşu dik kenar / hipotenüs
    tan(x) = karşı dik kenar / komşu dik kenar
    cot(x) = komşu dik kenar / karşı dik kenar
    sec(x) = hipotenüs / komşu dik kenar
    cosec(x) = hipotenüs / karşı dik kenar.

    buradan dikkat edilirse;
    sin(x) = 1/cosec(x)
    cos(x) = 1/sec(x)
    tan(x) = 1/cot(x) = sin(x)/cos(x)
    olduğu görülebilir.
    (11.10.2006 22:25)

baytar

    sagopa kajmerin kafile adlı albümündeki muazzam parçasıdır. sözler:

    baytar

    bu dilden firar eden her söz, yaydan çıkmış ok gibi
    sözler bazen bir hazine bazen dermansız bir dert tipi
    geçmiş dünden bahsetmek lezzetsiz
    gelmemiş yarından hep mi şikayetçiyiz biz

    aklımın ipinin ucu da kaçmış, timsah katreleri boşalsın
    bir iki damla hiç değersiz
    hüzün ve kaderin pençesinde bir dev nam-ı-değersiz
    gece-gündüz ömürden yontar dünya dönmez yarensiz

    bugün ömür yarım gün, serbest kalsın fikrim
    senin tozlarını silemez tenimden ellerim
    varlık ruhu terk eder gözüm gözünden ayrılınca
    bendeki aşk altın misali ağırlığınca

    sensiz benlik yokluk demek, kalbim sana emekçi
    aşk denen illet çorak arazide tilki misal kurnaz bekçi
    başım sarkıt bir mahalsiz cümle yolumun önüne taş
    dudaklarını kadehe nikah eden çakır keyif dertdaş

    gören der ki sel ağzına bina yapmak aptal işi
    yel eserse kırmaz dişimi, kalp bir körse görmez bir şeyi
    saniyeler dakikalarla yapar alışverişi
    saatler seni alır benden korkarım olamaz gelişi

    hasret gözümün ışıklarını söndüren alçak misafir
    afitap sönük bir mum ayrılık hain bir zehir
    melek yanımda yüzünü saklar felek yüzüme kaş çatar
    bir tek bu hüznü sen boğarsın ipek tenin derime batsın

    rüzgar saçını süpürse mest olur bakışlarım
    adınla uyanır kulaklarım, yüzünle açar göz kapaklarım
    en güzel şiirlerimde kaleme adını sayıklatırım
    odamın hayaletisin sessizliğine aşığım

    derdime çare baytarım yok
    dengeme destek tut ki durayım
    şafak güneşin fermanı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı
    ama melek bir yandan, şeytan bir yandan
    başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem

    kafamı duvara yasladım omuzların yanımda yok
    ahbaplar maymun iştah sahibi benim içim senle tok
    yok ki gücüm belki devler ülkesinde bücürüm
    sessizliğinle gelir hüznüm yokluğunda gömülü ölüyüm

    bu devranın binlerce sevgi müşterisinden biriyim
    yalnızlığıma küfrederim, sensiz halden müştekiyim
    ilelebette dönmez olsan bil ki yalnız nöbetteyim
    hatalarıma savaş açtım her gün farklı kefendeyim

    hayat günlük defter yaprağı hazan gelir dökülür
    gelirken ne getirilir ki giderken ne götürülür
    dertle anlaş deva bul, üzüntü kalbi sömürürür
    yüzüne baktığım her an cennetten bahçe görülür

    gülüşle şen değil gönül bucaklarında harabeler
    bu hilekar tavırla geçer fena saatler
    seni içeren masallarım anlatılacak kadar kısa değiller
    aşk ilinde bir tarafta cüceler diğer yanda devler

    derdime çare baytarım yok
    dengeme destek tut ki durayım
    şafak güneşin fermanıı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı
    ama melek bir yandan , şeytan bir yandan
    başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem

    meslek olanı için (bkz: veteriner)
    (02.10.2006 11:48)

bir görüş kabininde

    bir grup yorum türküsü. sözleri:

    bir görüş kabininde

    ne kadar da ufalmış bedenin, gözyaşıma sığdın sen
    açlık mı yemiş ömrünü yavrum, al sütümü iç kızım

    saçların beyazına mı sakladın alevini
    yoksa güneş sende mi batıyor, batıyor geceleri

    eriyen bedenimi düşünme, göğü giydim üstüme
    yüzünü asma kederine anam, yiğitler bitmez bizde

    bir ateş olup yaksa da gidişiniz, analar biter mi
    ölüm toplasa da çiçekleri çiçekte tohum biter mi
    (16.09.2006 04:31)

diyet

    ölümle ya da yaralama ile sonuşlanan işlendikten sonra suçluya eşit derecede verilen ceza. örneğin sağ eliyle birisini yaralayan ya da öldüren birinin, diyet olarak sağ eli kesilirmiş eskiden.

    ayrıca bir nazım hikmet şiiridir. kore'ye asker gönderen adnan menderes için 1959 yılında yazılmıştır.

    diyet

    gözlerinizin ikisi de yerinde, adnan bey,
    iki gözünüzle bakarsınız,
    iki kurnaz,
    iki hayın,
    ve zeytini yağlı iki gözünüzle
    bakarsınız kürsüden
    meclis'e kibirli kibirli
    ve topraklarına çiftliklerinizin
    ve çek defterinize.

    ellerinizin ikisi de yerinde, adnan bey,
    iki elinizle okşarsınız,
    iki tombul,
    iki ak,
    vıcık vıcık terli iki elinizle
    okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
    dövizlerinizi,
    ve memelerini metreslerinizin.

    iki bacağınızın ikisi de yerinde, adnan bey,
    iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
    iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna eisenhower'in,
    ve bütün kaygınız
    iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
    halkın tekmesinden korumaktır.

    benim gözlerimin ikisi de yok.

    benim ellerimin ikisi de yok.

    benim bacaklarımın ikisi de yok.

    ben yokum.

    beni, üniversiteli yedek subayı, kore'de harcadınız adnan bey.

    elleriniz itti beni ölüme,
    vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.

    gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
    ve ben al kan içinde ölürken
    çığlığımı duymamanız için
    kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.

    ama ben peşinizdeyim, adnan bey,
    ölüler otomobilden hızlı gider,
    kör gözlerim,
    kopuk ellerim,
    kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

    diyetimi istiyorum adnan bey,
    göze göz,
    ele el,
    bacağa bacak,
    diyetimi istiyorum,
    alacağım da.
    (30.08.2006 13:54)

nitrocay

    bir radyo yayının sırasında tanıştığımız, şimdilerde ise bana ogame hakkındaki bildikleriyle yardım eden vampirdir. kendisine iyi uçuşlar dilerim.***
    (20.08.2006 20:17)

sayfa: 1...-195-196-197-198

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.