son beğenilen tanımları son kötülenen tanımları
genel istatistikler
taranta - babu'ya ikinci mektup boynunda mavi maymun dişinden üç dizi gerdanlık taşıyan, kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan, sözleri sözlerimin gözleri gözlerimin bakır aynası, üçüncü kızımın ve beşinci oğlumun anası taranta - babu!.. aylardır kalmadı çalmadığım kapı. sokak sokak yapı yapı adım adım roma'da roma'yı aradım!.. burda artık büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi kesmiyor; floransa'dan rüzgâr esmiyor!. ne dante aligeri'den şarkılar, ne beatriçi'nin nakışlı yüzü var, ne leonardo da vinçi'nin öpülesi eli!.. mikel ancelo müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur. ve sapsarı boynundan bir katedral duvarına asmışlar rafael'i!. roma'nın büyük roma'nın geniş caddelerinde bugün; dayamış sırtını beton-arme bankalara, çifte başlı bir balta gibi duran yalnız bir kara yalnız bir kanlı gölge var: her adımında bir esir başı vuran, her adımında bir mezar açıp geçen sezar!.. roma! kovadis roma? diye sorma! bizim oraların güneşi gibi aydın ve ortada bu! sus taranta - babu! sevgiyle saygıyla, gülerek haykırarak sus!.. dinle bak: zincirlerini kırıyor roma'nın varoşlarında spartakus!..
taranta - babu'ya birinci mektup babasının yirmi beşinci kızı benim üçüncü karım, gözlerim, dudaklarım taranta - babu. sana bu mektubu içine yüreğimden başka bir şey komadan yolluyorum roma'dan. bana darılma sakın şehirlerin şehrinden sana gönderecek kendi yüreğimden daha akla yakın bir hediye bulamadım diye. taranta - babu; onuncu gecemdir ki bu başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum okuyorum doğuşunu roma'nın. önde sıska dişi bir kurt arkada tombul ve çıplak remüs'le romilüs dolaşıyorlar içinde odamın. ağlama taranta - babu.. bu romilüs ual - ual çarşısında güpegündüz senin o incir memeli kız kardeşini altına alan mavi boncuk tüccarı sinyor romilüs değil ilk romalı, kral romilüs... not: birinci mektubun burasında bir atlayış var. belki ara yerden bir kâat kaybolmuş. fakat aşağıdaki satırlarla ilk romalı kral romilüs'ü taranta - babu'ya anlatmak iste- diği belli : dalgalar birbirlerini devire devire, dalgalar döverdi korsika kıyılarını haykırdıkça açık denizlere antium yamaçlarından, o... ve yıldırımları tutup saçlarından, o, çalardı yere ne zaman göğe kaldırsa elini. sanki babası boksör karnera'ydı, anası başbakan mussolini. not: mektubun buradan aşağısı yine eksik. fakat anlaşılıyor ki, romi- lüs'ün tarifinden sonra taranta - babu'ya roma'nın kuruluş efsa- nesi anlatılıyor. remüs ve romilüs... ikizleri silvia'nın... venüs'ünün torunları... bakılmadan gözlerinin yaşına, karanlık bir gece, bir dağ başına fırlatıp attılar onları.. ne alınlarında defne, ne bacaklarında donları... ve daha o zaman habeşistan'a yeşil boya vurulmadığı için ve banka di roma daha kurulmadığı için, romilüs'le remüs bir sabah erken dağda düşünürlerken: -"şimdi biz ne haltederiz, diye, burada?" rastladılar yavrulu bir dişi kurda. yavruları vurdular. ana kurdun sütüyle karınlarını bir temiz doyurdular. sonra gidip roma'yı kurdular. kurdular ama iki adama dar geldi roma. ve bir akşam bilmeden geçti diye şehrin sınır taşını, çekince kopardı romilüs kardeşi remüs'ün başını... işte böyle taranta - babu.. gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu: temelinde roma'nın dişi kurt sütüyle dolu kovalar ve bir avuç kardeş kanı var...
n.h: kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, asya ve afrika dillerine merak saran bir italyan arkadaştan, geçenlerde bir paketle bir mektup aldım. arkadaşın adını yazmak istemiyorum. başı belaya girer. fakat mektubunu olduğu gibi aşağıya geçiriyorum. roma, 5 ağustos 1935 kardeş, sen roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan tanırsın. taşları sezar'ların ve lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen koliseum; batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; palazzo venezia sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında, sol eli havada, öylece donakalmış mussolini. fakat bu kartpostallar roma'sına benzemiyen bir roma daha vardır. onun ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. bu ikinci roma'nın adı: cartieri popolari - halk mahalleleri'dir... burada evler, amerika'ya göç edemiyen bir italyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. buranın karanlığı terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. bu mahalleler, boyalı kartpostalların parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına... kızını, italya'nın en zengin, en rahat delikanlısı kont ciano ile evlendiren ve kendisi prens torlonya'nın armağanı villa torlonya'da oturan büyük idealist sinyor mussolini, italyan ansiklopedisi'nin "f" harfinde faşizmin ne demek olduğunu anlatırken der ki: "faşist, rahat hayata hor bakar... yeryüzünde saadetin mümkün olacağına inanmaz." faşizmin bu "rahat hayata hor bakmak ve yeryüzünde saadete kavuşmamak" nazariyesi, büyük bir ciddiyet ve samimiyetle "cartieri popolari - halk mahallelerinde" gerçeklendirilmiştir. banka komerçiale'de direktörlük ve italyan finansına sezar'lık eden lehli töplitz'in en yakın dostu il duçe benito mussolini, yine "f" harfinde faşizmin tarifini yaparken şöyle der: "faşizm için her şey devletin içindedir. devletin dışında manevî veya insanî hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir." bu derin, bu erişilmez faşist görüşünün nasıl gerçekleştiğini anlamak için, bertolino splandit otel'in italyan güneşlerinden daha ışıklı salonlarında toplananlara yükselmek değil, "cartieri popolari - halk mahallelerinde" oturanlara inmek gerektir. bu mahallelerin oturucuları, gerçekten de büyük bir enerjiyle, devletin hapishaneleri, vergi daireleri ve polis karakolları içine alınmışlar, onlara devletin dışında her şeyin değersiz olduğu, gerçekten de anlatılmıştır... yine italyan ansiklopedisi'ndeki "f" harfine faşizmin tarifini yaparak ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi eserleri olduklarını ispat eden italyan kurtarıcısına göre: "faşizmin anladığı hayat ciddî, ulvî ve dinîdir.." bu, gerçekten de böyledir. gerçekten de, yalnız roma'nın cartieri popolari'sinden değil, bütün italya şehir ve köylerinin halk mahallelerinden, karınları kaburgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle faşizmin anladığı ciddî, ulvî ve dinî hayata kavuşturulmaktadırlar. fakat, sana şunu söylemeliyim ki, cartieri popolari oturucularının birçoğu, ne yazık ki, ansiklopedi'de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha az ciddî, ulvî ve dinî de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler: "bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırışının ilerlemesi faşizm biçimini alır. faşizm, finans kapitalinin en mürteci, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır. faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları şunlardır: "kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase olmuş sosyal unsurların çokluğu, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli korku." işte ben, bundan iki hafta önce, faşizmin böyle bir kuru, böyle bir şiirden uzak tarifini yapan roma'nın halk mahallelerinden garbatella'da üç katlı bir evin kapısını çaldım. burası, fakir talebelere, faşizmin ulviyetini anlamamış bilginlere ve artistlere, bekâr işçilere teker teker oda kiralıyan evlerden biriydi. kapıcı kadına, kiralık bir oda istediğimi söyledim. beni ikinci kata çıkardı. gösterdiği odayı beğendim. kiralık odalar, kiralık elbiselere benzerler. her ikisinde de aklıma ilk gelen şey: "bunu benden önce kim giydi? burada benden önce kim oturdu?" olur. karyolanın kıyısına iliştim: - benden önceki kiracınız kimdi? diye sordum kapıcı kadına. kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi birdenbire. sonra kuşkulu gözlerle yüzüme baktı. ve daha sonra: - size haber vermediler galiba, dedi. iki gün önce onu tevkif edip götürdüler. kadının bu cevabından hiçbir şey anlamadım. fakat kısa bir karşılıklı şaşalamanın sonunda iş anlaşıldı. beni, roma emniyet memurlarından biri sanmıştı. iki gün önce, yine emniyet memurlarınca tevkif edilip götürülen adam ise habeşli bir delikanlıydı. kapıcı kadının anlattığına göre, bu delikanlı habeşistan'ın galla boyundan putperest bir zenciymiş. bir yıl önce bu odayı kiralamış. italya'ya resim öğrenmek için geldiğini söylermiş. bütün bunları öğrendikten sonra benim artık odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi sanan kapıcı kadın basbayağı üzüldü. zencinin arkasından odayı iyice silip süpürdüğünü uzun uzadıya anlattı. hattâ karyolanın demirlerini bile lizollamış. odayı tutmaktan vazgeçmediğimi söyledim. ve akşamüstü tekrar bavulum ve kitaplarımla döndüğüm vakit, baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş bir odada yaşamaktan korkmadığım için, kapıcı kadının gözünde yarı kahraman kesildiğimi anladım. odanın ortasında ilk yalnız kaldığım an, ilk yaptığım şey orta yerde kımıldanmadan öylece durmak oldu. sonra adeta koşarak, gittim kendimi karyolanın üstüne bıraktım. düşünüyorum: şimdi benim sırtüstü yattığım karyolada o gallalı delikanlı bir yıl yatmış. gözüm tavan tahtasında bir budağa ilişti. onun gözleri de bu budağa ilişmiş. yastığın üstünde, benim saçsız, yarı dazlak kafamın yanında onun kara kıvırcık saçlı başını görüyordum. yukardan aşağı lizollandığını öğrendiğim karyolanın demirlerinde, onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor... kalktım oturdum. ve anladım ki odada yalnız değilim. belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir adamın bir yıl soluk aldığı, kımıldandığı, düşündüğü, şarkı söylediği bir odada insan kendisini yalnız hissedemiyor. onun buradan çıkarılıp ölüme götürülmesi, onu bu dört duvar içinde, bu duvarlar yıkılana kadar yaşatacak. onu sevdim birdenbire. ona sınırsız bir saygı duydum. yıllarca beraber düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiydim onunla. odanın ortasında bir masa vardı. onun oturduğu iskemleyi çektim, onun abanoz dirseklerini dayadığı masaya dirseklerimi dayadım. habeşistan bir yarı müstemleke. o, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi galla'dan bir zenci. ben, kara gömlek giymiş bir emperyalizmin ak derili yerli kölesi. anamın yüzünü görmedim. beni doğururken ölmüş. bu zenci delikanlının yüzünü bilmiyorum. o bu kapıdan ölüme götürülmüş. ben bu kapıdan içeri girdim. birdenbire anladım ki o, bana anam kadar yakındır. yakınlık duygusu öyle bir nesne ki, insan kendine yakın bulduğu insandan kalmış elle tutulur, gözle görülür bir hatırayı elle tutmak, gözle görmek istiyor. şimdi bu kadar yakınımda, böyle yanı başımda görünmez ellerinin havada görünmez yapraklar gibi kımıldandığını duyduğum adamdan, gözle görülür, elle tutulur bir şeyler kalmış olacaktır diye düşündüm. karyolanın başucunda bir küçük komodin vardı. kalktım, alt kapağını açtım: boş. üst gözünü açtım, çekmecenin içi eski gazete kâatlarıyla döşeli. en açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır. çekmeceye döşenmiş gazeteleri kaldırdım. en açıkgöz baskınlarda, en umulmadık yerde unutulan şeyi buldum. bu, habeş diliyle yazılmış bir karalamalar tomarıydı. gallalı zenci delikanlının karısına yazdığı, fakat gönderdiğini sanmadığım, mektupların karalamaları. önümde, gallalı zencinin, taranta - babu adındaki karısına yazdığı mektupları, dirseğim onun abanoz dirseklerinin dayandığı masaya dayalı, okuyorum. mektuplardan bazıları eksik. ara yerden kâatlar kaybolmuş. son mektubu bitirdiğim vakit dışarda gün ağarıyordu. tepemde sallanan elektrik ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. lambayı söndürdüm. üç gün üç gece durup dinlenmeksizin yol yürümüş gibi yorgundum. yatağa, onun yatağı üstüne attım kendimi. ellerimde onun taranta - babu'ya yazıp göndermediği mektupların karalamaları, dazlak kafam onun kıvırcık kara saçlı başının yanında, uyudum. mektubum bitiyor. sana gönderdiğim pakette taranta - babu'ya yazılan mektup karalamalarının kendileriyle, benim yaptığım çevirmeler var. bunları burada basmak, yaymak mümkün değil. sen orada neşredersin. bunların matbaa harfleriyle basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış örneklerinden bir tanesini olsun, ne o, ne taranta - babu görecek, ne de ben göreceğim. o, kurşuna dizildi. taranta - babu'nun olduğu yere, gökte kanlı bir haç gibi uçan ölüm kuşları gidebilir, fakat posta uğramaz. bana gelince, ben yeryüzünün dört bucağına, akla gelen bütün yollarla bağlanmış bir ülkede yaşıyorum. fakat hiçbir italyan posta vapuru, bir tek italyan posta tayyaresi ve hiçbir avrupa tireni taranta - babu'ya yazılan mektupları bir daha italya'ya sokamazlar. kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, asya ve afrika dillerine merak saran italyalı arkadaştan aldığım mektup bu kadardır. paketten, taranta - babu'ya yazılan mektuplar çıktı. asılları bendedir. çevrimlerini, italyan arkadaşın yaptığı bazı notlarla beraber oldukları gibi neşrediyorum. 01) taranta babu ya birinci mektup 02) taranta babu ya ikinci mektup 03) taranta babu ya üçüncü mektup 04) taranta babu ya dördüncü mektup 05) taranta babu ya beşinci mektup 06) taranta babu ya altıncı mektup 07) taranta babu ya yedinci mektup 08) taranta babu ya sekizinci mektup 09) taranta babu ya dokuzuncu mektup 10) taranta babu ya onuncu mektup 11) taranta babu ya onbirinci mektup 12) taranta babu ya onikinci mektup 13) taranta babu ya son mektup
penceren kapalı, perdeler örtük. kaç gündür görünmüyorsun, nerelerdesin sürtük?
nev-york tayms gazetesi 29 aralık 1954 tarihli sayısında "türkiye geriliyor" başlıklı bir başyazı yayımladı. bu başyazıda şöyle satırlar var: "o -adnan menderes- basın hürriyetini yok ediyor... basında kendisini tenkit edenleri hapse atıyor... siyasi muhalefeti eziyor... menderes işçilere grev hakkını tanıyacağını vaad etmişti... halbuki en kısa grevler için işçileri takip ediyor..." ben, nazım hikmet, nev-york tayms gazetesinin satırları arasında kalan yazıları da okudum. bu satırların arasındaki satırları aynen aşağıya geçiriyorum. gerileyen türkiye yahut adnan menderes'e öğütler şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes. ille de asıp kesmek geliyorsa içinden ezmekte devam et barışçılar'ı, ama sen mesela yalçın'ı da tıkıyorsun deliğe* ihtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye, git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür, o, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür. o, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran,* o, büyük demokrat, o, hürriyetçi kahraman, moskova'yı atomlayalım diyen insancı... kendine acımazsan bize bir parça acı. a be adnan menderes, böyle bir dal kesilmez, böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez... şu muhalefetle de alıp veremediğin ne? niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne? kore'ye asker gönderdin de "hayır" mı dedi? "kan aktı hesabı sorulmalıdır!" mı dedi? orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı? "olmaz olsun" mu dedi amerikan yardımı? feryat mı etti "istiklal elden gitti" diye? zavallı sımsıkı sarılmış demokrasiye: "başvekil merasimsiz karşılanmalı" diyor.* bir de bazan coşarak "hayat pahalı" diyor. bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek türkün batılı dostlarını pek üzüyor pek.* şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes. hani, her işte bizden örnek alacaktın ya? hürriyet nizamına sadık kalacaktın ya? vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını. o hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı. elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver. ama ufak tefek grevlerde anlayış göster. sendika liderlerinizin birçoğu zaten bizde olduğu gibi emir alır polisten. niye telaşlanıp kaybedersin vakarını? hem de kırarsın liderlerinin itibarını? şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes. senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar, unutma bu dallardan başka asıl ağaç var, öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç, bizi silkip atmaya fırsat kollayan ağaç... (1) adnan menderes tevkif ettiği gazeteciler arasında hüseyin cahit yalçın'ı da hapse attı. (2) 1945 yılında tan gazetesi başta olmak üzere birçok gazete, dergi matbaası yıkılıp yağma edilmiş, meydanlarda kitaplar yakılmıştı. bu faşist sürülerine "ileri" emrini yalçın* vermişti. (3) burjuva muhalefet gazeteleri ve partileri, adnan menderes'e istanbul'a filan gelip gidişlerinde merasim yapılmasına itiraz ediyorlar. (4) nev-york tayms yazısını şöyle bitiriyor: "bu durum türkiye'nin batıdaki dostlarını kederlendirmektedir."
lapa lapa kar yağmaktaydı bulutlardan burnunun sivri ucuna. bu da olmadı. bir ısırık daha aldı elindeki gevrek simitten, susamlarını dudaklarına bulaştırarak. bu güzel oldu gibi. güzel bir giriş gerektiren bir hikayeye girememenin bir çok yöntemi vardır. bunlardan bir kaçı yukarıda tarafımdan sizlere sunulmuştur. ama ben nasıl başladığını bilmediğim bir hikayeden bahsetmek istiyorum ki nasıl biteceği de pek belli değil. ya da ne zaman ve nerde biteceği. gerçi önemi de yok bunun. neyse biz asıl konumuza dönelim; anlatmak istediğim şey hayatla ilgili, belki de ta kendisi. beklemediğimiz olayları bize sunduğu ve bunlarla bizi kimi zaman güldürüp, çoğu zaman ağlattığı için bu hikayenin konusudur hayat. ağlatmak bu hayatın başlıca amacıdır. bu hayat sırf bize acı çektirsin diye vardır çoğu zaman. kendi elimizde olmadan yaşadıklarımız için üzüldük. hep "ya niye hayat böyle ya?" sitem dolu sözcüklerle ıslandı gözlerimiz. somurtup oturduk saatlerce. kırdık sevdiklerimiz kalbini. onların bizi hiç bir zaman anlayamadığını ileri sürdük, sanki biz onları anlayabiliyormuşuz gibi davrandık. ben seni anlayamıyorum. çünkü senin yaşadıklarını yaşamıyorum. bunları sana zaten söylediydim. ama senin acına ortağım burada. bugüne kadar seninle ne sırt sırta verip çay içmişliğim oldu, ne de sarılıp ağlamışlığım. senin sıkı bir dostun değilim büyük olasılık. senin için büyük bir insan portresi oluşturamıyorum belki kafanda. ama hüznünü paylaşıyorum senin. seni seviyorum çünkü hocam. burdaki herkes gibi seviyorum. bol bol artı dağıtışını seviyorum. kıvrak zekanı seviyorum. seni sevmek için hiç bir nedenim olmadığı için seviyorum. bir abi gibi, bir kız kardeş gibi seviyorum. şövalyelerin şövalyesi, hocaların hocası, şimdi güçlü olmak zamanıdır. hadi gülelim*
olarak ifade edien fonksiyondur.. bu limit varsa f(x) fonksiyonunun x0 noktasındaki türevidir.. aynı zamanda bu f(x) fonksiyonunun x0 noktasındaki eğimini verir. bir fonksiyonun, o fonksiyonun değişkeninin değişme hızına göre değişimidir. karışık cümleyi şöyle açıklarsak; y=f(x), yani y, x'e bağlı bir fonksiyon ise, x'in değişme hızı sonucu ile y değişim hızına türev denir. türev ifadesi fonksiyonun üzerine bir tırnak işareti ile belirtilir*. tek tırnak birinci dereceden türev, çift tırnak ikinci dereceden türev belirtir. daha ileriki derecedeki türevleri belirtmek için bu yöntem karışıklığa neden olacağından, bunun yerine fonksiyonun üzerine kaçıncı dereceden türev ifade edilmek isteniyorsa o sayı parantaz içinde yazılır. şöyle ki; 1. dereceden türev: y' = dy/dx 2. dereceden türev: y'' = d²y/dx² 3. dereceden türev: y''' = d³y/dx³ 4. dereceden türev: y^(4) = d^4y/dx^4 . . n. dereceden türev: y^(n) = d^ny/dx^n* özel olarak değişen zaman iken x fonksiyonu yolu tanımlıyorsa, türevi bize hızı verir. bunun da yine zamana bağlı türevi ivmeyi verir: x = yol, v = hız, a = ivme, t = zaman olmak üzere x fonksiyonu zamana bağlı olarak [x = t³ + 2t - 3] şeklinde tanımlı ise v= x' = dx/dt= 3t² + 2 olur. bu şekilde devam edersek a= v' = x'' = d²x/dt² = 6t olur. anlattıkları ifade bakımından çok farklı anlamlara sahip olmalarına rağmen tersi işlem olarak integral tanımlanır. yalnızca işlemsel olarak tersidir.
bağdat sizleri ölen sayısız insan için 3 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum mermi icad oldu mertim bozuldu ve merhumlar evin duvarında meçhul gazi. mayın şehit taburu, mayısta kan yağmuru, düşman uyku mahmuru, dünya kin maduru, solumda katliam, nerede sağduyu? mevzileri nöbet alan fevziler feyz alamadan fethettiler ahireti, mektupları kayıp, cinayet ayıp ve kültürler bombalandı, kimse sallamadı, bağdat ateş aldığında kalbim durgun yedi, güneş doğudan battı. mumlarınızı yakın, yorgun düştü uçaklar, tebessüm etti tüm sanıklar, tankları tanımlar tanıklar, yanıklarla dolu topraklar, karamparça bulutlar ve savaş! yavaş ölüm kaderinin hız kaynağı, telaş pazarı, can kumarı, çıkar savaşları, b52'ler yarıda kesti pişen aşları ve dünya kan deryası, geleceğin bedeli pahalı, duygular yamalı, suçu gelin etseler de kimse güvey girmeyecek, bilirim bu tarih değişecek ve tekerrüre dayalı imha tarihçesi, kurak sevgi bahçesi suya hasret. topalla gezen aksamak öğrenir, abanın kadri yağmurda bilinir ve hatıra silinir. ana gibi yar olmaz, bağdat gibi diyar olmaz ama bağdat bombalanır. kazanılan her madalyon, mayın tarlasındaki piyon askeri reyona bir şampiyon sıfatıyla koydu bir galon kurşun, hüşu derbeder. turşu geçmişler ve savaşta gazi bebekler, tekler kalbimin atışı ve ekler günbatımından şafağa doğru süregelen kanlı iklimler. psikolojisi kaybolan bitkisel yaşamlar, ideolojisi kuyularda saklı taşbakan, kanayan yaraların ortadoğusundan güneş battı ve bu şarkının üç leşi olmalı bir"leşmiş" o milletler sorgulamalı, birleşmiş amerika yılanları, çıngıraklı amacında yalanları ve kitle imha dolarları 24 beat'te tenha hiphopları, kinimin raple yansıyan oluşumları, kanunları kelepçelemeli ve elemeli eli zaferi simge edeni ve eylemini barışa saklayan her bireyi topalla gezen aksamak öğrenir, abanın kadri yağmurda bilinir ve hatıra silinir. ana gibi yar olmaz, bağdat gibi diyar olmaz ama bağdat bombalanır. hey hadi, hadi söyle, hadi söyle; kimin yaşayacağına kim varar veriyor? kimin öleceğine kim karar veriyor? bu savaş anlamsız. bana bakın, burada duruyorum ve üstüme tek bir kurşun bile gelmiyor, bir tane bile gelmedi, neden? peki neden hepsinin ölmesi gerekiyor? burada durabiliyorum, görüyorsunuz.
ben senden önce ölmek isterim. gidenin arkasından gelen gideni bulacak mı zannediyorsun? ben zannetmiyorum bunu. iyisi mi, beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun. kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin... fedakârlığımı anlıyorsun : vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan senin yanında kalabilmek için. ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin. sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin. ve orda beraber yaşarız külümün içinde külün, ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar... ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize, atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek. toprağa beraber dalacağız. ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse sapında muhakkak iki çiçek açacak : biri sen biri de ben. ben daha ölümü düşünmüyorum. ben daha bir çocuk doğuracağım. hayat taşıyor içimden. kaynıyor kanım. yaşayacağım, ama çok, pek çok, ama sen de beraber. ama ölüm de korkutmuyor beni. yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini. ben ölünceye kadar da bu düzelir herhalde. hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde? içimden bir şey : belki diyor.
bir futbol maçını andırır; fakat takıma ait futbolcular yoktur. çiviler bir nevi o işi görseler de hiç bir çivi iki takıma da ait değildir, ya da ikisine de aittir. bu çivilerden ikişer tanesi kale yapılmak için kullanılır. kalelere gol atıldığında top* kaybolmasın diye kale direkleri arasına ip gerildiği görülebilir. oyuncu kimliğine sahip çivilerin çakılırken ki aralarındaki mesafe iyi ayarlanmalıdır; yoksa top* aralarından geçemeyecek ve işi zora sürecektir. zaten buradaki çivilerin amacı da oyuncunun gol atmasını sağlamaktan ziyade atmasını engellemektir. çakılan çivilerin boylarının da aynı uzunluğa sahip olması oyuncular için çok önemli bir husustur. değişik boylarda olan çivilerin arasına giren topu* oradan çıkarmak, elde kalıcı hasarlara neden olabilir. bu oyunda çivili tahtanın sahibi daima avantajlıdır; çünkü çivileri o çakmıştır ve nerde nasıl bir zayıflık var daha iyi bilir. hücum edecekken oraları kullanmaya gayret eder. hatta bazıları özellikle çivileri özel noktalara çakmaktadırlar.böylece tek vuruşta gol atabilmektedirler. bunların dışında çivilerin çakıldığı tahta da önemlidir. topun* zeminde kolayca kayması gerekmektedir. aksi takdirde gereksiz zorluklarla oyuncular karşı karşıya kalabilmektedir. bu oyunu oynadıktan sonra oyuncuların işaret parmaklarında geçici bir karıncalanma ve kızarma, hatta topa* abanma yüzdesine göre morarmalar görebilir. her şeye rağmen çok eğlencelidir. e bi de kazandıysan*
1) sinüs 2) kosinüs 3) tanjant 4) kotanjant 5) sekant 6) kosekant bunların içerisinde bulunduğu ifadelere trignometrik ifadeler denir. bu ifadeler fonksiyon içerisinde kısaltmalarla kullanılırlar. öyle ki; 1) sinüs = sin 2) kosinüs = cos 3) tanjant = tan 4) kotanjant = cot 5) sekant = sec 6) kosekant = cosec bu ifadeler bir dik üçgen temel alınarak elde edilebilirler. mesela herhangi bir açısı x olan bir dik üçgen'i ele alalım. burada trigonometrik ifadeleri incelersek; sin(x) = karşı dik kenar / hipotenüs cos(x) = komşu dik kenar / hipotenüs tan(x) = karşı dik kenar / komşu dik kenar cot(x) = komşu dik kenar / karşı dik kenar sec(x) = hipotenüs / komşu dik kenar cosec(x) = hipotenüs / karşı dik kenar. buradan dikkat edilirse; sin(x) = 1/cosec(x) cos(x) = 1/sec(x) tan(x) = 1/cot(x) = sin(x)/cos(x) olduğu görülebilir.
baytar bu dilden firar eden her söz, yaydan çıkmış ok gibi sözler bazen bir hazine bazen dermansız bir dert tipi geçmiş dünden bahsetmek lezzetsiz gelmemiş yarından hep mi şikayetçiyiz biz aklımın ipinin ucu da kaçmış, timsah katreleri boşalsın bir iki damla hiç değersiz hüzün ve kaderin pençesinde bir dev nam-ı-değersiz gece-gündüz ömürden yontar dünya dönmez yarensiz bugün ömür yarım gün, serbest kalsın fikrim senin tozlarını silemez tenimden ellerim varlık ruhu terk eder gözüm gözünden ayrılınca bendeki aşk altın misali ağırlığınca sensiz benlik yokluk demek, kalbim sana emekçi aşk denen illet çorak arazide tilki misal kurnaz bekçi başım sarkıt bir mahalsiz cümle yolumun önüne taş dudaklarını kadehe nikah eden çakır keyif dertdaş gören der ki sel ağzına bina yapmak aptal işi yel eserse kırmaz dişimi, kalp bir körse görmez bir şeyi saniyeler dakikalarla yapar alışverişi saatler seni alır benden korkarım olamaz gelişi hasret gözümün ışıklarını söndüren alçak misafir afitap sönük bir mum ayrılık hain bir zehir melek yanımda yüzünü saklar felek yüzüme kaş çatar bir tek bu hüznü sen boğarsın ipek tenin derime batsın rüzgar saçını süpürse mest olur bakışlarım adınla uyanır kulaklarım, yüzünle açar göz kapaklarım en güzel şiirlerimde kaleme adını sayıklatırım odamın hayaletisin sessizliğine aşığım derdime çare baytarım yok dengeme destek tut ki durayım şafak güneşin fermanı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı ama melek bir yandan, şeytan bir yandan başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem kafamı duvara yasladım omuzların yanımda yok ahbaplar maymun iştah sahibi benim içim senle tok yok ki gücüm belki devler ülkesinde bücürüm sessizliğinle gelir hüznüm yokluğunda gömülü ölüyüm bu devranın binlerce sevgi müşterisinden biriyim yalnızlığıma küfrederim, sensiz halden müştekiyim ilelebette dönmez olsan bil ki yalnız nöbetteyim hatalarıma savaş açtım her gün farklı kefendeyim hayat günlük defter yaprağı hazan gelir dökülür gelirken ne getirilir ki giderken ne götürülür dertle anlaş deva bul, üzüntü kalbi sömürürür yüzüne baktığım her an cennetten bahçe görülür gülüşle şen değil gönül bucaklarında harabeler bu hilekar tavırla geçer fena saatler seni içeren masallarım anlatılacak kadar kısa değiller aşk ilinde bir tarafta cüceler diğer yanda devler derdime çare baytarım yok dengeme destek tut ki durayım şafak güneşin fermanıı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı ama melek bir yandan , şeytan bir yandan başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem meslek olanı için (bkz: veteriner)
bir görüş kabininde ne kadar da ufalmış bedenin, gözyaşıma sığdın sen açlık mı yemiş ömrünü yavrum, al sütümü iç kızım saçların beyazına mı sakladın alevini yoksa güneş sende mi batıyor, batıyor geceleri eriyen bedenimi düşünme, göğü giydim üstüme yüzünü asma kederine anam, yiğitler bitmez bizde bir ateş olup yaksa da gidişiniz, analar biter mi ölüm toplasa da çiçekleri çiçekte tohum biter mi
ayrıca bir nazım hikmet şiiridir. kore'ye asker gönderen adnan menderes için 1959 yılında yazılmıştır. diyet gözlerinizin ikisi de yerinde, adnan bey, iki gözünüzle bakarsınız, iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden meclis'e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize. ellerinizin ikisi de yerinde, adnan bey, iki elinizle okşarsınız, iki tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadlı saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin. iki bacağınızın ikisi de yerinde, adnan bey, iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna eisenhower'in, ve bütün kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır. benim gözlerimin ikisi de yok. benim ellerimin ikisi de yok. benim bacaklarımın ikisi de yok. ben yokum. beni, üniversiteli yedek subayı, kore'de harcadınız adnan bey. elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip. ama ben peşinizdeyim, adnan bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim. diyetimi istiyorum adnan bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da.
sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz. sözlük sistemi ile geliştirilmiştir. |