sadaka taşı

    Bir Taşın Bile,
    Uzanan Eli Boş Çevirmediği Zamanlar Vardı

    Eskiden ele güne duyurmanın ayıp sayıldığı hayır işleri, şimdilerde mümkün olan her yol kullanılarak ilan ediliyor. İnsanların sahip oldukları dünyalıkların sadece kendilerine ait olmadığı ve bu maddi varlıklarda ihtiyaç sahiplerinin, hatta tüm toplumun hakkı olduğu bilinciyle sadaka verdikleri, hayır işlerinde bulundukları günler çok gerilerde kaldı. Hayır işleri ya firmaların halkla ilişkiler çalışmalarında kullandıkları sosyal sorumluluk projelerine dönüştü ya da vergiden düşülebilecek gider kalemleri oldu artık. Bu türden işleri duyurmanın teşvik edici olduğu söylenebilir elbette ama yine de yardım edenin bundan kendine bir gururlanma vesilesi çıkarması, yardım edileninse eziklik duyması kaçınılmaz hale gelir. Bunun sonucunda da toplumun bir kesimi kendini veli-i nimet sanırken, bir başka kesimi dilenmeyi bir geçim yolu olarak görür.
    Şükürler olsun ki hala sağ elinin verdiğinden sol elini haberdar etmeyenler, yardım ettiği insanla yüz yüze gelmek istemeyenler var. Zira dinimiz ve kültürümüz bize öylesinin daha doğru olacağını öğretmiştir bu güne kadar. Geçmişe baktığımızdan ise, bu konuda öyle güzel örneklerle karşılaşıyoruz ki; bu gün gelinen noktaya üzülmemek elde değil. Bunların en önemlilerinden biri de sadaka taşları.
    Sadaka taşları genellikle camilerin civarına, fakat kuytu, gözden uzak bir köşeye yerleştirilen, yaklaşık 1,5 - 2 metre boyunda, mermerden sütunlardı. Sütunun üst kısmında bir çukurluk bulunurdu. Sadaka vermek isteyenler, buraya ellerini uzatarak istedikleri miktarda parayı bırakırlar, almak isteyenlerse aynı şekilde uzanarak ihtiyaçları kadar parayı buradan alırlardı. Sütun yüksekte olduğu için, sadaka taşının yanında duran kişinin sadaka almak için mi, yoksa sadaka bırakmak için mi orada durduğu anlaşılmazdı. Böylece ihtiyaç sahipleri çekinmeden ellerini sadaka taşına uzatabilirlerdi. Bu bilgileri Süheyl Ünver’in Hayat Tarih Mecmuası’nda 1967 yılında yayınlanan makalesinden öğreniyoruz. Süheyl Ünver, sadaka taşları hakkında geniş bir araştırma yapmış ve sadaka taşlarının özellikle Üsküdar civarında yaygın olarak bulunduğundan söz etmiş. Hatta bu taşlardan bir kaçının yerlerini de bu yazısında tarif etmiş ve İstanbul’un daha pek çok yerinde bu taşlardan bulunabileceğini söylemiş. Konu ile ilgili yayınlanmış başka makalelerde, sadaka taşlarının Anadolu’da da yaygın olarak bulunduğunu, hatta köylere kadar yayıldığını öğreniyoruz.
    Süheyl Ünver sözünü ettiğimiz makalesinde konuyla ilgili duygularını da “Düşünüyorum: Biz ne necib, ne yüksek duygulu bir milletmişiz. Şu sosyal adalet ile tarihte, para ve ayni yardımlar, yemek de dağıtan imaretler yanında hakiki fakirlere böylece hizmet edildiğini gözlerim yaşararak hatırlarım.
    Bizler bu gibi hizmetlerimizle milletimizi bugüne kadar getirmişiz. Eğer umumi idaremiz, tarihte bilgisizlikleriyle, bilerek ve bilmeyerek geçmiş asırlarda fenalık yapan politikacılara kalsaydık, çoktan dünya yüzünden silinmiş olurduk.
    Bu gibi hususi ve umumi vakıflarımızdan başka, halkımızın orta hallilerinin ve hatta fakirlerinin, kendilerinden daha çok fakirlerine muavenet ellerini uzatmaları hizmetlerini, [yazılı] tarihlerimize intikal ettirmediğimiz için, dünyamızın dört bucağına duyurmamışız.
    Her güzel ve iyi şeyi ciddi olarak tarihimize mal edememenin ıstırabını çekiyor ve bunu bizler dahi bilmiyor ve bu konuları asla benimsemiyoruz.
    Birleşik Amerika bilginleri yeni bir çalışma ve ellerine nadir geçen vesikaları değerlendirme yolundadırlar. Bizler ise, sanki milletimizin büyüklükleri üzerinde durulmazmış gibi, belki nadir bile olsa bunları işitir ama soruşturmaya asla heves etmez ve nemize lâzım der, geçeriz.”
    şeklinde dile getiriyor.
    Yoldan geçerken karşısına çıkacak sadaka verme fırsatını değerlendirip, hiç tanımadığı, yüzünü bile görmeyeceği bir ihtiyaç sahibi için sadaka bırakabilecek ya da elini uzatıp sadece ihtiyacı kadar sadakayı alabilecek insanlar artık neredeyse yok. Sadaka taşları bu gün olsa, bırakılan sadaka büyük ihtimalle bir sonraki geçen kişi tarafından ihtiyacı olsun-olmasın alınır. Gün artık böyle bir gündür. Madde merkezli sistemlerin şekillendirdiği, hep bir fazlasını istemeye şartlanmış insanların yaşadığı toplumlar, böyle bir sistemi kullanabilecek yapıda değil ne yazık ki. İnsanın insan için var olduğunu, toplumları bir arada tutan faktörün yardımlaşma-dayanışma olduğunu bilenler bile, ihtiyaç sahibi gibi görünen birine yardım etmeye çekinir oldu. Yolda yürürken, önünüzde biri düşüverse, yanına gidip yardım etmeye, belki bir ambulans çağırmaya çekinirsiniz değil mi? Çünkü o kişi muhtemelen hasta değildir, bir dolandırıcılık şebekesinin üyesidir ve siz ona yardım ederken birsi yaklaşıp cüzdanınızı, cep telefonunuzu alıverir. Bir ekmek parası diye yanınıza yaklaşan kişi, sizin karnını doyursun diye verdiğiniz parayla tiner alabilir. Yalınayak, yarı giyinik haline acıyıp başını okşadığınız, eline üç-beş kuruş tutuşturduğunuz çocuk, kendisi gibi onlarca çocukla birlikte büyük bir çetenin parçası olabilir. Bunları düşünmek bizi zaman içerisinde kuşkucu, güvensiz hatta paranoyak insanlar haline getirmekle kalmaz sadece. İçimizdeki insani tarafı yok eder, iyiliğimizi alır ve kötüler işte o zaman galip gelir. Bu galibiyeti önlemenin tek yolu da, durum ne olursa olsun, içimizden gelen ve bize iyiliği emreden sesin peşinden gitmek olsa gerek.
    Şimdi özellikle camilerin civarında dolaşırken, etrafınıza biraz daha dikkatli bakın. Belki kuytu bir köşede, o güne kadar gözünüzden kaçan bir sadaka taşı görürsünüz. Belki de daha önce görüp de bir anlam vermediğiniz bir taşın aslında sadaka taşı olduğuna kanaat getirirsiniz. Yıllar öncesinde belki dedenizin, ninenizin yaptığı gibi sadaka bırakamazsınız ama düşünürsünüz. Yoldan geçerken karşımıza çıkan bir taşa bile el uzatıldığı, bir taşın bile uzanan eli boş çevirmediği günleri, o günlerde gönül huzuruyla yaşayan insanları düşünürsünüz.




    (04.06.2008 02:53)

barış manço


    En az bizim kadar “garip” bir adam
    BARIŞ MANÇO
    1943-1999
    Son günlerde sık sık dillendirilen bir kelimenin, “bölünme”nin zıt anlamlısından konuşalım biraz; yani birleşmeden konuşalım. Ayrılıklarımızı, farklılıklarımızı, birbirine benzemeyen taraflarımızı araştırmak yerine, benzerliklerimizden ve bu benzerlikleri ortaya çıkarıp, kıyısından köşesinden birbirine tutturup yapıştırmaya, arada çimento olmaya çalışanlardan konuşalım. Barış Manço’dan konuşalım.
    Kendi adıma onun için “sevmem” diyen birine rastlamadım. Üstelik kendini sevdirmek için herkesinkinden farklı bir çabası da olmadı hiç. O kadar kendi gibiydi ki; sanırım hepimiz onu kendimiz gibi görmeye başladık bir zaman sonra.
    Eskilerin değimiyle 72 milletin yaşadığı bir ülkede herkesi kucaklamayı başarmış, halk adamı olmakla halk dalkavuğu olmayı birbirinden ayırabilmişti Barış Manço. Halkındın dilinden anlayan, yolundan bilecek kadar samimi ama aynı zamanda, ona yeni bir dil öğretip, yeni bir yol göstermekten de çekinmeyecek kadar da yürekliydi. Hiç kimse onun için “öteki” değildi. Bu yüzden de kimse için “öteki olmadı.
    Son röportajında “Ben sevildiğimi biliyorum ve oldukça fazla hissediyorum; fakat her insanın bu konuda benim kadar nasipli olmadığının da farkındayım. İnsanlar korkuyorlar birbirlerinden; çünkü çok ciddi çatışma süreçlerinden geçtik. Ben o süreçlerde taraf olmadım, taraf olduysam da sadece ‘insanın’ tarafında oldum. 7’den 77’ye bu ülkenin tüm insanlarına aynı gözle baktım ve hepsini sevdim. Çıkmaz sokağa girmeden gösterelim ve hiçbir insandan esirgemeyelim sevgilerimizi. Üç-beş günlük dünya hayatı değmiyor hiçbir kavgaya.” diyor Barış Manço.
    Onu en çok 90’lı yıllarda çocuk olanlar hatırlıyor. Zira pek fazla ciddiye alınmayan çocuklar, onun neredeyse bütün ülkeyi televizyon başına kilitleyen “Adam Olacak Çocuk” programı sayesinde, gerçekten adam yerine konmaya başladılar ve “Barış Abi”lerinden çok şey öğrendiler.
    Bizim çocuk şarkısı kıvamında, el çırparak dinlediğimiz “Arkadaşım Eşşek” şarkısından bir Azeri’nin gözleri dolarak söz ettiğine şahit olunca, Barış Manço’yu yeterince anlayamadığımı düşündüm. “O şarkı bizim için yazıldı, biliyoruz bunu” diyordu. “Biz ayrı düşmüş ve birbirini özleyen kardeşlerdik. O şarkı, bize kardeşimizden bir selam, sabretmemiz için bir sebepti.”
    Garip bir adamdı Barış Manço ve bu gariplik şarkılarında da kendini gösteriyor, mesajlarını biraz dolandırarak, sadece anlamasını istediği kişilerin anlayacağı gibi veriyordu demek ki. Sıra dışı kıyafetlerine, fazlaca göze batan takılarına -özellikle yüzüklerine-, şarkı söylerken yaptığı abartılı hareketlere kimi zaman siyasi, kimi zaman felsefi anlamlar yüklemeye, sebepler bulmaya çalıştı dinleyicileri. Ne var ki; bunların altından dişe dokunur bir şey çıkaramadılar bir türlü ve en sonunda onun garipliğine yordular hepsiniz. Evet garipti Barış Manço, en az bizim kadar.
    Unuttuğumuz değerlerimizi hatırlatan, ihmal ettiğimiz insanları yeniden fark etmemizi sağlayan, önemsemediklerimizin aslında ne kadar da önemli olduğunu anlatan, en azından bize gösterdiği yüzüyle örnek bir insandı. Ölümünden sonra hakkında pek de hoşumuza gitmeyen şeyler yazılıp çizilse de, yaşarken belki de her insanın hayatında var olan açıkları, yanlışları, gözümüzden uzak tutmayı başardı. Hayatlarındaki tüm detayları bize göstermek için yarışan bir insan kalabalığıyla kıyaslandığında -ürettikleri bile bir yana- “sanatçı” sıfatını hak ederdi.
    2 Ocak 1943 günü doğan Manço, çok küçük yaşta gitarla başladığı müzik eğitimini piyanoyla sürdürdü. Galatasaray Lisesi’nde okurken, arkadaşlarıyla birlikte ilk gurubunu kurdu. Liseden sonra Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim, grafik ve iç mimari okudu. Bu okuldan birincilikle mezun oldu. Belçika’da da müziğe devam etti. 1964 yılında iki 45’liğini çıkardı. O yıllarda Türkiye’de çok popüler olan ve yabancı şarkılara Türkçe sözlerin yazılmasıyla meydana gelen “arajman”lara tepki göstererek, Anadolu kökenli müziklerden uyarlamalar yapmaya başladı. 1969 yılında ise, artık bir klasik haline gelen “Dağlar Dağlar” şarkısıyla büyük bir çıkış yaptı. 1971 yılında ise dönemin en ünlü guruplarından olan Moğollar’la çalışmaya başladı. 1973 yılında ise, hayatı boyunca çalışacağı Kurtalan Ekspres’i kurdu.
    Sonrası ise hem müzikal kalite hem de popülarite açısından tam bir başarı öyküsüydü Barış Manço için. Hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük başarılar kazanarak devam eden müzik kariyerinde, bir tür kültür elçisi gibi de çalıştı. Şarkıları İngilizce, Fransızca, Arapça, Yunanca, Bulgarca, Farsça, Japonca, İbranice, Flemenkce gibi pek çok dile çevrildi.
    29 45’lik ve 20 albüm sığdırdığı müzik kariyerinin dışında, televizyonculuğu ile de başarılı bir çizgi yakaladı Barış Manço. Özellikle “7’den 77’ye” adlı tv programı TRT 1’de 10 yıl boyunca 370 bölüm yayınlanarak, bir rekora da imza attı.
    Yaşadığı ülkenin zengin kültürel kaynaklarından beslenirken, dünyaya da sırtını dönmeyen, hayatı boyunca öğrenmeyi ve öğrendiklerini başkalarına da aktarmayı bırakmayan Barış Manço, ya da kendi tanımlamasıyla Barış Çelebi, 1 Şubat 1999’da geçirdiği kalp krizi sonucu bu dünyadan ayrıldı. Ardında hiçbir şey kalmadıysa da hoş bir seda kaldı.
    90’lı yılların başı, bir televizyon programında sunucu, popüler müzikteki sözlerin ve bestelerin basitleşmesinden, her aklına esenin şarkıcıyım diye ortaya çıkmasından dert yanıyor. Bu konudaki fikrini soruyor Barış Manço’ya. “Bu günlere şükredin. Kötü bir şey yapmıyorlar, şarkı söylüyorlar. Daha birkaç yıl önce aynı yaşlardaki çocuklar birbirlerini öldürüyordu.” diyor. Şarkı söyleme işi bu günlerde biraz daha vahim bir boyut alsa da, sanırım hala aynı düşünceyle şükretmek mümkün. Birbirlerini öldüreceklerine şarkı söylesinler.
    (04.06.2008 02:47)

musluk tamir etmeyi bilmeyen erkek

    Musluk tamir etmek en basit işlerden biri olduğu için sembol olarak seçilmiştir. aslında bu tip erkekler, sadece musluk tamir etmeyi bilmemekle kalmazlar. bozulmuş priz, atan sigorta, gıcırdayan kapı, yerinden çıkan dolap kapağı, monte edilecek raf, su sızdıran lavabo, çalışmayan sifon, değiştirilmesi gereken tüp, yanmış ampul, yerinden çıkmış süpürgelik, dökülmüş sıva, boyanması gereken duvar, kırık yer karosu, takılması gereken vida, çakılması gereken çivi, matkapla delinmesi gereken fayans ve monte edilmesi gereken basit mobilyalar gibi her evde karşılaşabileceğimiz durumlarda da afallayıp kalırlar. bunların hepsi için usta çağırmayı düşünür, ama bunu da bir türlü yapamazlar. Bu tür erkeklerin hayatı, eşlerinin evdeki bu tür işlerin yapılmaması yüzünden söylenmesi ile kabusa döner ve bu süreç eşin söylene söylene eve bir usta çağırması ya da bu işleri kendisinin yapması ile son bulur.* * Bu arada, benzer durumlar her yaşandığında, bu süreç yeniden başlar ve her seferinde, erkeğin evdeki egemenliği biraz daha sarsılır.
    (04.06.2008 02:27)

nuri bilge ceylan

    Popülist halk adamı durumuna düşmeden, halkına ve ülkesine iltifat edebilen adam* Her şey aynı hızla popüler kültür malzemesi oluyordu. Birinciliği Nuri Bilge Ceylan'a verecekler diye korktum ama korktuğum olmadı.
    (04.06.2008 01:57)

yaprak sarması yapamayan kadın

    yaprak sarmayı bilenlerin başının göğe ermediğini, en güzel yaprak sarma yapana madalya verilmediğini ve eğer bir işi yapamıyorsan, onu senin yerine yapacak birilerinin mutlaka bulunduğunu farketmiş dişi kişi.
    (04.06.2008 01:54)

deniz baykal

    partisi iktidara gelse, muhtemelen seçim sonuçlarına itiraz edecek olan siyasetçi. müzmin muhalefet insanı. herkesle kavga edip, hızını alamayınca kendiyle kavga eden şahsiyet
    (04.06.2008 01:51)

cumhuriyet halk partisi

    mesleği muhalefet etmek olan bir adamın başkanlığını yaptığı parti
    (04.06.2008 01:49)

reklam

    yalanın makyajlı hali
    (03.06.2008 17:52)

adalet ve kalkınma partisi

    AK Parti değil de, AKP olan parti. Hatta AKAPE
    (03.06.2008 17:51)

uluslararası türkçe olimpiyatları

    kendi dilini öğrenmeyi başaramamış bir milletin bazı bireylerinin, "bakın ne güzel bir şey yaptık" diyerek, sevinç içerisinde gözümüze soktukları emperyalist oyun. emperyalizmse; anglo-saksonlar yapınca kötü, biz yapınca iyi olan şeydir.
    (03.06.2008 17:49)

promise me this

    azıcık kaçık olan kusturica'nın -galiba- en kaçık filmi olmuş. arizona dreams'da herşeyi bildiği iddia edilen uçan balıklar, underground'da yerin altında büyüyen nesil... derken, bu kez de topla fırlatılan ve bütün film boyunca havada kalan bir adam.
    (23.05.2008 18:33)

ortalama türk insanı

1 mayıs 2008

    çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış.
    (02.05.2008 13:21)

hüseyin üzmez

    yapmıştır, yapmamıştır, komplodur, gerçektir... bir kısmı gerçektir, bir kısmı komplodur, Allah bilir... bebeklerin bile tecavüz mağduru olduğu, hapishanelerin sokaklardan daha az şerefsizi barındırdığı bir ülkede, konu önemsizdir aslında. mesele, bütün renklerin aynı hızla kirlendiği dünyada, birinciliği hep beyazın alması ve beyaz olduğunu iddia edip diğer renklere belli belirsiz burun kıvıranların, kendini kirden pastan biraz daha fazla koruması gerektiğidir.
    (28.04.2008 16:35)

sağa çektim bekliyorum

    psikiyatrist dr. yusuf karaçay'ın, bir hastasından yola çıkarak yazdığı yazı. hepimizin yaşadığı ama bazılarımızın dert edindiği çelişkileri anlatır.


    --- alıntı ---

    Sağa Çektim, Bekliyorum
    -şizofrenik bir yolculuk-

    Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktı.
    Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında
    yaşamayı netice verebiliyordu.
    Bu delikanlı o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kimbilir?
    Ben iyiyim doktor abi, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum. Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde. Onsekiz yaşındaydı. Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları.
    Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz, saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birşeyler konuşup gülüyordu. Ama, gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu: İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum.
    Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktı. Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu. Bu noktaya gelene dek neler yaşamıştı kimbilir?
    Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. Geldim işte, sevinin dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
    Babasının asabi olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, aslında iyi bir insan olduğunu zamanla annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum demiyor muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?
    Bazen aslan oğlum, akıllı oğlum derdi babası kendisine, bazen de salak, haylaz! Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?
    Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı. Devamlı peşinde dolaşır, Hasta olacaksın der, başka şey demezdi. Bu aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve dövmüyordu ya; yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu. Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira. Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu. Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani. Annesinin hoşlanmadığı birşey yaptığında Seni doğuracağıma taş doğursaydım sözünü sık sık duydu. Bir gün dayanamayıp Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz? sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle Saçmalama salak! diye bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu?
    Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Birşey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mi iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık.
    Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi. Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
    Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu. Anne-babasının evde keltoş dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir gün ona keltoş diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman?
    Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. Yine mi o gıcık tipler geliyor?/Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz? , O Ayten de çok saçmalıyor canım/Haklısın Aytenciğim, naaparsın?, ?Keşke evde yok deseydin oğlum/İnanın çok özlemiştik.
    Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun kuralı acaba neydi?
    İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka. Gelecek sizin elinizde/Siz haylazsınız!, Okuyup büyük adam olacaksınız/Adam olmazsınız siz!, Bu ülkenin umudu sizlerde/Sizi her gün dövmek lazım! Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı/Aptallar!
    Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk’ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve hep. Beden eğitimi dersinde bile. En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet yarattı. Ama Hüseyin dedesinden Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine Allah mı büyük, Atatürk mü? diye sordu. Öğretmen ters ters baktı ve Böyle saçma soruları bir daha sorma; fena olur dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı?
    İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına yanaştı ve Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu diye fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz? diye bağırınca, kafası iyice karıştı. Bir gün birisi Bunlar kamera şakasıydı diyecek diye bekliyordu. Ama ya değilse?
    Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse?
    Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep Susun! Çok konuşmayın bakayım! derdi. Ama lisede öğretmenler Niye aval aval bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet geri kaldı! deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.
    Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına, annesi Hâlâ çocuk gibisin diye tepki gösteriyordu.
    Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı. Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip sustular. Kızların şeyi var mı? sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla başbaşa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı.
    Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile denilebilirdi. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden böyleydi ki?
    Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza Seni seviyorum demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti. Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi ve Tamam, seni sevmiyorum dedi. Ama kız buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu.
    Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli abilerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. Üf abi, şu kıza bak, çok güzel. Hakkaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna. Yok abi şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali abi? Değildi maalesef. Daha hoş deyip laf attığı kız, Ali abisinin kızkardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim nerede laf atıyordu?
    İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
    Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla çıkmaları iyi değildi, kaşar damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince aslan oğlum diyen bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet kopardı.
    Bu tutarsızlıklar beni deli edecek diyordu içinden. Sonunu hissetmişti sanki.
    Kur’ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur’ân okumazlardı, ama Okumak lazım, iyidir derlerdi. ?Okumak lazım, iyidir? derler, ama okumazlardı. Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi. Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi, sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı: Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git. Kur’ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa. Nerede yazıyor bu denge baba? diye sordu. Babası sinirlenip İşte burada yazıyor dedi ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı. Kur’ân’ı da, namazı da bıraktı.
    Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu. Spiker Şok, Şok! Şu rezilliğe bakın! diye ekranı inletirken bir yandan da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları seyreder, hem de Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların yaptıklarına bakın derdi. Hüseyin Baba, başka kanala geçelim deyince de, Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor bilmek lazım diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.
    Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama onlar bizi sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.
    Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik. Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların. Korkmasınlardı bizden.
    Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.
    Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı ki?
    Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu. Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. Bu torpil yüzünden memleket batacak dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil. Ama, biz yapınca iyi oluyordu.
    İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin’i sevecekti mutlaka, hatta seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz, mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun.
    Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi. Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi. Nasıl yani???
    Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.
    Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor abi, çok iyiyim ben. Sağa çektim, bekliyorum.

    --- alıntı ---
    (12.04.2008 10:33)

sayfa: 1-2-3-4-5-6...-13

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.