kitap okumak

    modern rüzgârlardan sonra "dinlemek, okumak, durmak ve tefekkür etmek" yerine hayatı "sürekli izlemek, hareket etmek, yeni, değişik ve moda omayan hiçbir şeye iltifat etmemek" hâline gelen insanoğlunun çok defa kendisini en özgür ve kuvvetli hissettiği andır. kendisiyle hesaplaşma ve kendisini sorgulama alanıdır. kitap okumak, insanın iç âleminin zenginleşmesini sağlayan bir güzel iptilâdır.* erdemli bir fiildir.
    (09.10.2006 09:45)

sevgi

    eskiler sevgi yerine hubb ve mihr kelimelerini kullanmışlar. muhabbet, habib, mahbub, muhibb, ahbab, ehibba vs kelimelerin Â"hubbÂ"dan türemeleri bir yana Â"hubbÂ"un bir mânâsı da Â"tohumÂ"dur ki tohum da içinde, feyz, bereket gibi bir tarafları dünyaya, bir tarafları ukbaya bakan, çağrışım dairesi zengin kelimeler ihâm etmektedir.* mihr kelimesinin de hem sevgi hem de Â"güneşÂ" mânâlarına gelmesi de ayrı bir mesele, ayrı bir güzellik, ayrı bir letafettir. nur, aydınlık, sıcaklık...*

    sevgi, insan olmanın güzellik ve asâletinin mazharı yani zuhur mahallidir. bu garip duygu çok defa kontrol dışı olarak başlar, gelişir ve biter.* lâkin şuurî bir tarafı da yok değildir, zira o güzel türk filminde vurgulandığı gibi emek ister, ilgi ister, kıymeti bilinsin ister, misafiri olduğu kalpten izzet ü ikram bekler vesselam. eğer, şânına yakışır biçimde ağırlanmazsa, istiskal edilirse çeker gider. aşktan ayrılan tarafına gelince: aşk bir tecrit, bir uçuş hâlidir, hatta belki bir çeşit tatlı cinnettir ama sevgi konuşan, yürüyen, yiyen-içen, uyuyan-kalkan, dünyalı insanın kârıdır. sevgi bu dünyaya ait bir duygudur ve bu duygunun paha biçilmez değeri de feda, feragat, diğer-gâmlık gibi yüce kavramlarla yakından ilişkilidir. bir de şu var: sevgi kişinin insana, tabiata, eşyaya, şehirlere ve sanata daha gören, daha anlayan bir gözle bakmasını, daha duyan bir kalple yaklaşmasını sağlar. sabahların ve akşamların, uykunun ve uyanıklığın, yemeğin ve çayın tadını ziyadeleştirir. sevgi, adama hayatı daha yoğun ve kaliteli yaşatır. sevgi, her güzel şeyi sevilene yakıştırmak, her güzeli sevilenle paylaşmak güdüsünü besler sevende.

    bu duygunun izzeti hakkında bir şey daha: karşılıksızdır, çıkarsızdır, hesapsız ve ayaksızdır. almadan vermektir, sevgili yolunda sarf etmek üzere biriktirilmiş servettir, onun uğrunda harcanmak üzere depolanmış safî enerjidir. bir de sevginize mukabele edilmişse, o vakit işte, bu hususta dünyanın en sanat eseri, en şiir dili olan türkçenin bile kifayetinden şüphe ederim.

    (04.10.2006 09:45)

soygaz

    bundan 20-30 yıl öncesinin kimya literatüründe "necib gazlar" da denirdi. necib bilindiği gibi "asil, soylu veya soyu temiz" demek. uydururken bu gibi anlamlar dikkate alınmış olmalı. bu necib gazlar zannediyorum biraz aristokrat imişler, kolay kolay reaksiyona girmeye tenezzül etmezlermiş.
    (29.09.2006 13:49)

yalan

    doğru olmayan, belki de bu yüzden gayr-i ahlâkî sözlere denir ama yalanın insanoğlunun hayatında doldurduğu çok büyük boşluklar vardır. "Yalan hayatı güzelleştir" demiştir Tanpınar bir yerlerde. Elbette, şahsî çıkarlar için bir başkasını aptal yerine koyan sözler hiçbir şekilde hayatı güzelleştirmez. bahis konusu olan yalan burada Â"gerçek olmayanÂ" şeydir. yalanın bu mânâsıdır. bu açıdan bakıldığında bütün edebiyat, hatta sanat bir yalanlar manzumesidir. eco da Â"okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir, ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez.yazar, gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız."Â" demektedir. buna göre edebiyatta karşılıklı bir yalanlaşma hadisesi söz konusudur. yazar yalanını söyler, okuyucu da yalancıktan inanır. ama iki –Â'nin çarpımından +Â'nın çıkması gibi bu iki yalandan öyle gerçekler doğar ki, bildiğimiz gerçeklerden çok daha gerçek, ayrıca güzel şeyler elde ederiz. nitekim huzurÂ'un mümtazÂ'ı ile nuranÂ'ı kadar gerçek olan pek az kişi vardır.

    sonra bizim divan şiirimiz, kitab-ı kerimÂ'in şuara suresiÂ'ne atıfta bulunarak Â"aldanma kim şair sözü yalandırÂ" diyerek, sözünün sihrine sihir katar. fuzulî gibi sözüne inanılmamasını ister, ruhî gibi gerçekleri söyleyenler susturuldukları için Â"bâtıl söze şitâb eylerÂ".

    bir parantez: Ä°nsanoğlunun biraz aldanmaya ihtiyacı vardır. yani bazı gerçekleri öğrenmek yerine o gerçeklerle hiç yüz yüze gelmeme taraftarıdır. çünkü bilmek ve duymak çok zaman ıztırap vericidir. Ä°şte bunun içindir ki fikret Â"ebedî bir şifadır aldanmakÂ" demiştir.

    fakat aldanmayalım. hayatın yalana, hafifletici bir ifade ile söylersek Â"gerçek olmayanaÂ" bakan tarafı geçicidir. Ä°nsanoğlunun hakikate ve hakkaniyete, tam ve şüphesiz doğruya olan iştiyakı her şeyin üstündedir. bu böyledir.
    (29.09.2006 13:29)

yalnızlığı sevmek

    bir insanın başına gelebilecek en kötü hâllerdendir. biraz ego, biraz bencillik de kokar bu durum zira yalnızlığı seven adam için kendisinden daha sevimli, daha zeki, daha canayakın, daha sıcak bir insan yok demektir. meselenin en güç yanı, insanoğlunun âlemde tek başına ancak bir yarım olduğunu bilmesi, buna inanması, başkasıyla ya da başkalarının varlıklarıyla tamamlanıyor, törpüleniyor, aydınlanıyor, yüceliyor oluşuna inanması ama bunu tatbik edememesidir. yalnızlığı sevmek, insanın kendisini herkesten ve her şeyden çok sevmesidir, bu fiilin fâili kendisine yettiğini düşünür, yalnızlığı sevmek öyle dehşetli bir şeydir ki, bir zaman sonra insanın hayatında, kendisinden gayrı her şey fazla ve yabancı gelmeye başlar. bu da dibe vuruşun, kronikleşmenin, yalnızlığı zorla talih hâline getirmenin resmidir. Ä°nsanın kendi kendisine yapabileceği en büyük ihanetlerdendir yalnızlığı sevmek, yani ben'ini herkesten çok sevmek. bir parantez açmakta fayda var: yalnızlığı sevmekle uzleti sevmek farklıdır.* yalnızlık, hâzâ tek başınalıktır, yegâneliktir fakat uzlet kalabalıklar içinde bulunup da tek başına kalma gayretidir. uzlet tamir olunabilir bir şeydir fakat yalnızlığı sevmek, değerli, mucizeli, yüce birçok şeyi sevmemek olur. halbuki insanın ufku insandır, insan insanla* açılır, insanı ancak kendi cinsinden, kendi meşrebinden olan inşa ve mesut edebilir. velhasıl yalnızlığı sevmek çok kötü bir şeydir.
    (28.09.2006 14:13)

moda

    belki iyi ve güzel tarafları olmadığını söylemek zordur modanın ama moda ve fazla modacılık bir çeşit zevk, şahsiyet, tavır ve duruş fakirliğinin göstergesidir. başka insanların, hatta daha evvel şirketlerin belirlediği bir kıyafeti, bir müziği, bir kitabı, sadece "başka insanlar, birçok insanlar alıyor" diye satın alıp, insanın kendisini o ürünü sevmeye zorladığının resmidir. moda, modü, modern gibi kelimeler akrabadır ve hepsinin içinnde bir "bugün" anlamı vardır. oysa güzel her zaman bugünde ve bugünün ortalama, kollektif zevkinde olmak zorunda değildir. birçok insanın sevdiği, üstüne geçirdiği, okuduğu, izlediği, dinlediği şey, bu çokluktan ve bugünde olmasından dolayı bizatihi güzel olamaz. güzelse güzeldir, onu kaç kişinin güzel bulduğu ikinci bir meseledir. akl-ı selim diye bir şey varsa, zevk-i selim diye bir şey de vardır ve pek az şey bu gelişmiş, rafine, şahsiyetli zevki bırakıp, illâ modanın zevkine râm olmak kadar anlamsızdır.
    (27.09.2006 14:22)

meftun

    fitne'den gelir. ortalığı karıştırmak anlamında. meftun da fitnelere gelmiş demek olur. şuh hâtunlara "fettan" denilmesi de bu sebebe mebnidir. çünkü fettan kişi âşığın gönlünü altüst eden, yani orada fitne çıkaran ve nihayet onu meftun eden kişidir. yalnız bir şey daha var: "fitne" aynı zamanda "imtihan" demektir ki kitab-ı kerim'de geçmektedir. (mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. tegabün, 15.
    (27.09.2006 14:07)

tuz

    kültürümüzün en içi dolu madde ve kelimelerinden. arapça "milh", farsça "nemek". melih, melâhat, temlih vs. kelimeler işlte bu milh kelimesinin türevleridir. melahat "tatlılık", "melih"se "tatlı" demektir. yemeğinin tadını, tuz getirdiği için milh kelimesi zamanla "tat" anlamını kazanmıştır. yine mübarek bir gıda olan "ekmek"le beraber (farsçası "nân"dır) bir terkip ve tabir oluşmuştur ki "nân u nemek hakkı" denilen bu tabir, aynı sofrada tuz-ekmek yemiş insanların arasında bir bağ oluştuğunu vurgular. tuz-ekmek hakkı... divan şairleri tuz, aynı zamanda yemeğe ekilen bir şey olduğu için bu tabirle çok zekice söz oyunları yaparlar. tuz o kadar değerlidir ki meselâ yakut türkleri bir zaman ölüm'e "tuzka bar-" yani "tuza git-" derlermiş. (tuz bulunan dağa gitmek ama dönememek dolayısıyla) külhanbeyleri de külhana yeni giren elemenla "tuz-ekmek kardeşi" olurlardı. bu bahis çok uzar. Ä°çine tuz katılan şarabın* helâl sayılabileceğini söyleyen bir beyit paylaşalım:

    Â"Leb-i câma dokunsun tek hemen lâl-i nemek-rîzin
    Katarsan bâde-i nâba nemek kat kat helâl olsun Â"

    (Senin, tat veren (tuzlu) dudağın, kadehin dudağına dokunsun. Saf şaraba tuz katarsan [o sana] kat kat helâl olsun.)

    Nemek'in, yani tuzun "tat" mânâsına kullanılışına bir misal:
    ağyarı mezemmet nemek-i meclisdür demişler
    biz de gıybet edelüm meclise lezzet gelsün

    ("başkalarını kınamak sohbetin tadı tuzudur" demişler. biz de çekiştirelim meclis tatlansın)
    (27.09.2006 10:19)

üzüm suyu

    ben üzümün suyun severem sofi dânesin
    zira kimi kızını sever kimi ânesin

    Uydurellezine velbeceruhu'nun dediği gibi eskiler şaraba "duhter-i ineb" yani "üzümün kızı" derlerdi. sofu üzümün kendisini sevedursun necati beg şaraba mütemayildir.
    (27.09.2006 10:06)

bi biskrem versem

    tamam da o "bi biskrem versem" diyen kız, arabası daha önce ve kolay geçsin diye biskrem'ini feda edebilen, yine bisküvisini bir pembe ayakkabıdan daha az seven, acıklı bir film izleyeceğim diye bütün kahveye o paha biçilmez* biskrem'den ısmarlayabilen bir kızdır. reklam paradoksaldır zannımca.
    (26.09.2006 14:05)

maalesef

    Â"esefle, üzüntüyle söylüyorum kiÂ" manasına bir sözdür. ma-aile, maaÂ'l-iftihar gibi terkiplerde görüldüğü gibi Â"ma, ya da maaÂ'Â" ön eki kelimeye Â"ileÂ" anlamını katmaktadır.

    (26.09.2006 10:07)

divan şiiri

    bir dilin insan ruhunu ve hatta tüm varlığını en estetik plânda nasıl kuşatabileceğini gösteren, kaynakları çok çok eskilere giden muazzam şiir geleneğimiz. divan şiiri, ilk dönemde fars ve arap şiirinden kelimeyle beraber mazmun ve imaj da almış ama özellikle 15. asırdan sonra, millî sesini ve ruhunu aruzda duyurmaya başlamıştır. bu şiirin merkezi Â"aşkÂ"tır, her şey âşıkla maşuktur, âşıktan başka herkes, mesela âşığın gölgesi, bazen hatta kendisi, sevgilinin dâyesi, mürebbiyesi; âşık eğer padişahsa (zaten her maşuk potansiyel sultanıdır aşk ülkesinin) devletlüler, vezirler, paşalar vs., herkes rakiptir. rakip (rekabet eden anlamının yanında bakan, gözetleyen de demek olur: Örnekleyeyim: rakibin ölmesine çare yokdur / vezir ola meğer sultan selimÂ'e) Önemli olan merkezde aşkın oluşudur. bu şiirde her şey maddeden mânâya gider, anlatılan sevgili öyle belirsizleşir, öyle muğlaklaşır ki, bir zaman sonra onun kimliği kaybolur, yerinde izi, rayihası kalır. bir şeyi tam söylememek, birçok şey çağrıştıracak şekilde söylemektir esas olan burada. şair, Â"herkes feraseti ve aşka istidadı kadar nasiplensin şiirimdenÂ" diye ucu açık söyler söyleyeceğini. ama kesinlikle bayağılaşmaz. Ä°şte şiirin güzelliği de buradan gelir. eğer şair, mahallesindeki bir hatunu anlatmış olsa idi (böyle bir şey de nâ-mümkündü ya), muhayyile hemen kesilirdi, âtıllaşırdı. oysa Â"hayaliyle tesellâdır gönül meyl-i visal etmez / gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmezÂ" diyen bu şiir geleneği nefistense ruha, bedendense cana, maddedense mânâya koşmaktadır. felsefe gibi bir şeydir bu, daima yolda olmak ama menzile varmaya çalışmamak. sürekli aşkta, sevgilinin varlığında kendini ifna etmek, şahsını inkâr etmek, her türlü iddia ve ihtirastan geçmek... divan şiirinin asıl cevheri tasavvuftadır, tasavvufun Â"aşkÂ" nazariyesindedir. onun içindir ki her şair Â"aşkÂ"ın peşindedir. dikkat edilirse her şairin asıl meselesinin Â"çok âşık, daha âşık, en âşık olmakÂ" olduğu görülür. (mende mecnunÂ'dan füzûn âşıklık istidadı var) bu şunu gösterir: Ä°nsanlar eskiden kim veya kimler tarafından değil, kimi, ne kadar, neyi feda edecek derecede sevdikleriyle, sevmekle, sevebilmekle, candan geçebilmekle övünürlerdi.
    bu şiirin belâlıları rind ile zâhidÂ'dir ve her şair rindÂ'dir. en derin fıkhî mevzularda bile, zâhidi çıldırtacak kadar rahattır, allahÂ'a yakındır, oÂ'ndan korkmaktansa oÂ'nu sevmeyi, oÂ'na aşk ile bağlanmayı yeğler, durup durup zâhide çatar. burada da sâfi, riyasız aşktır mühim olan.
    tanzimat yıllarında başlayan divan şiiri düşmanlığı, 1930 ve 40Â'larda kemâle ermiş, özellikle 1980Â'den sonra ideolojilerin birbirlerine daha çok yaklaşmasıyla bu tepkinin buzu erimiş, 1990Â'lardan sonra da divan şiirinin öneminin ve tadının farkına varılmaya başlanmıştır. bu şiirin, osmanlı türkü'nün zaten şiir gibi olan hayatının has şiiri olduğu, asla bir zümre şiiri olmadığı vs. gerçekler su yüzüne çıkmıştır. tam bu noktada bir meseleye daha değinmekte fayda var. tamam bu şiir sosyal hayattan kopuk bir şiir değildir, halka uzak değildir ama halk şiiri de değildir. divan şiiri, söylendiği, icra edildiği zamanlarının maddî-manevî ilimlerinden hissedar olanların, ilâhiyattan, tarihten, musikiden, en geniş mânâsında aşktan anlayan insanların vücuda getirdiği şehirli bir şiirdir. bunu söylemekle halkın seviyesini küçümsemiş olmuyorum, her toplumda, her zamanda insanlar katman katmandır, herkes kendi seviyesinin, kendi meşrebinin sanatını sever. bizim için bir türkünün de bir gazelin de ayrı önemi ve tadı vardır. sabah-ı haşre kadar sönmemesini dilediğimiz bir meşaledir divan şiiri.
    (26.09.2006 10:05)

withlove


    en ağır mevzuun ortasında bir kahkaha patlatıp şok edebilir sizi, en havaî, en gündelik bir meseleyi de bağlayıverir yücelere ki, mucizeli bir elemandır. bilumum enstrumanı bi-hakkın çalar, üfler, vurur. kabiliyetini bu diyardaki tanımlarında da izhar etmesini dileriz. hoşgelmiş.
    (26.09.2006 08:35)

tarihimizle yüzleşmek

    şimdi bu "tarihimizle yüzleşmek" fiili üzerinde bir düşünmek, aslında bu tabirle bir yüzleşmek icap eder. nedir? yüzleş- fiili hangi durumlarda kullanılır? karşı karşıya gelinmekten korkulduğu durumlarda. "tarihimizle yüzleşmek" gibi bir deyim, yüzüne bakmaktan, kendisini öğrenmekten korkacağımız bir tarihin var olduğunu ima eder. benim kendisiyle tanışmaya ihtiyaç hissettiğim bir tarihim var. bu "tarihimizle yüzleşmek" deyimini kullananlar (hadi Kongar'ın ismini, bazı hakikatli fikirleri için tenzih edelim) bana cemil meriç'in bir sözünü hatırlatırlar: vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır."
    (25.09.2006 12:49)

araba sevdası

    recaizâdenin tatlısu frenkleriyle, snoblarla, dandi'lerle bir güzel dalga geçtiği ilk realist eserlerimizdendir. hemen ilâve etmeli ki buradaki bihruz bey, recâîzade'nin gençliğidir. o da bir ara bir hastalık sebebiyle çamlıca'ya gitmek durumunda kalmış, o da az çok batı'nın sathında gezmiştir. bu eserde, batılılaşma tamamen, yekten reddedilmez, yüzeysel batılılaşma yerilir. satır aralarında "Ä°şte, batılılaşacaksanız bihruz gibi batılılaşmayın" denilmektedir. kitaba göre batılı olmak demek, evdeki hizmetçilerle, berberle vs.le konuşurken araya yarım yamalak fransızca kelimeler sokmak, bir kupaya kurulup "ben hiçbir şey görmesem de, hiçbir üzerinde düşünmesem de, hiçbir idealin peşinde koşmasam da olur, yeter ki insanlar beni görsün, beni konuşsun" demek değildir. eser, bunu eleştirmektedir. moda, yani "herkesin zevkine oynamak" yani en yüksek hedef olarak ancak "herkes"in idrakini tayin etmek, bir devrin ibtilâ düzeyindeki araba aşkı üzerinden tartışılmaktadır. bihruz, felâtun gibi, şatırzâde şöhret gibi romanımızın diğer dandileri gibi bir şeydir, karşılarında bir rakım'ımız vardır ama onun da ahlâkı üstadımın tabiriyle "kitabına uydurulmuş ahlâktır".
    (25.09.2006 08:58)

sayfa: 1...-3-4-5-6-7

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.