güvercin gerdanlığı

    Ä°bn hazm'ın 35'li yaşlarına denk gelen ve leyla ile mecnun'a inatla aşk kokan bir roman. psikolojik bir eser olarakta yorumlayabileceğimiz bu başyapıt nu'm'a adında ki kadına duyduğu akıl almaz aşkın yine akıl almaz öykü ve şiirlerle süslenen bir dünya klasiği olmasından ibarettir. nu'm'a ' nın erken ölümü ise bu aşkı katmer katmer çoğaltmış ve bu eserin ortaya çıkmasında en büyük etken olmuştur...

    aşkın o bilindik yanlarına ibretle ve ölümün çaresizliğine inatla her bir satırın da gerçekten sevdanın nurunda yankılanan o kokuyu duyacağınıza emin olarak okunması gereken bir dünya klasiği güvercin gerdanlığı...

    (29.09.2006 12:52)

mukaddes

    değerli, nadir bulunan ehemmiyetli...

    hakikat arzuladığından fazlası değildir; yaşamak ise arzuladığın hakikatin kendisinden başkası...
    (29.09.2006 11:34)

yalnızlık korkusu

    alabildiğine sevda kokan bir yalnızlığın ortasında tek bir nefese hasret ile avare bir gök altında bulutlar ile yarışmaktır bu korkunun edebiyatta ki nacizane tanımı... yaşadığımız onca nefesin gereksiz düşleri bir nebze nurundan aydınlatırken varlığımızı aynı nefesten uzak kalmak ne büyük korkudur ve ne büyük yalnızlık; satır satır yaşamak kokan avuçlarımızdan kayıp giden tanelerce yaşamak tanelerce sevda ve tanelerce hayal nasıl garip bir korkunun eşiğinde uyandırıverir yaşamışlığımızın her hangi bir gece yarısında bizi. korkusundan uzak bir yalnızlık yahut yalnızlıktan mütevellit bir korku; seçme şansımızı bir kenara bırakıp şu saatte tepemiz de cüssesine aldırmadan öylece yalnızlığı ile parlayan güneşe merhaba ve iki yalnız belki de iki iyi dost olarak varalım geceye...
    (29.09.2006 11:27)

vampircik sözlük

    bir diyar-ı mukaddes... hiç kullanılmamış bir gün ortasında maviden hayallerimizin yegane anlatımı! diyarımız hususunda söylenecek çok fazla bir kelam olduğunu sanmıyorum; diğer arkadaşlarım da bu hususta oldukça güzel açıklamalar yapmışlar sanıyorum ki. sahipsiz düşlerimizin aydınlık gölgelerimize eş değer de hayat sürdüğü bu demlerde sahip çıkılması gereken bu diyara sahip çıkalım arkadaşlar. daha öğreneceğimiz tanelerce sözcük, hayal, sevda, sevinç ve yaşamak varken gündüzlerden yana mavi kokan ellerimizi bu diyar-ı mukaddes'in üzerinden çekmeyelim inşallah
    (29.09.2006 09:06)

hasis

    cebinde akrep var değiminin bir kelime ile telafuzu...
    (28.09.2006 19:35)

çorba parası

    argoyu kendine üslup edinmiş hayırsız evlatların babalarına her zaman sölemek isteyip de korkularından kelimelerin boğazında düğümlenmesi sonucu harçlık başlığı altında para talebinde bulunmaları....
    (28.09.2006 19:32)

türk filmi

    türkiye cumhuriyet'i nazarında ve gözetiminde bu ülke ve bu ırka mensup kişilerce meydana getirilmiş seyirlik yapım... kimi zaman akıl almaz entrikalarla kimi zamanda sadece yastığımız ile paylaştığımız maviden sevdalarla çıktılar karşımıza. bir dönemin göz yaşlarına ve kahkahalarına hem vesile olan hemde şahitlik eden bu yapımlar belki de bugün binlerce hayalin, cesaretinden mütevellit şu an çocukları olan yağız delikanlıların anlık kalp atışları ve sevdalarına kavuşma ümitlerinin, gösterime girdiğinden bilmem kaç hafta sonra köy meydanına gelen herhangi bir türk yapımı filmin eş, dost ve akraba buluşmalarına vesile olduğunu hepimiz takdir ederiz sanırım. böylesine mütevazi yapımların, bize böylesine ait ve belki de boğaz tokluğuna dayak yiyen kocaman kocaman adamların esasında bizler için böylesine iyilikler etmesi ne gariptir.

    hüzünlerimizi ve kahkahalarımızı çekinmeden, kimseden veya hiçbirşeyden sakınmadan bağışladığımız bu eserler uzun sürelerce güzel gözlerden akan yaşlara değil dökülen kahkahalara şahitlik etsin inş...
    (28.09.2006 16:50)

müşfik kenter

    kelime anlamı itibari ile ancak ve ancak yaşayarak, duyarak yahut seyrederek anlaşılabilecek veya anlatılabilecek bir tiyatro üstadı... atatürk Ä°lke ve Ä°nkılap'larının ve yüce cumhuriyet'in sahnelerde yaşayan ve bunu yüreğinde yeşeren son umut damlacıklarına değin savunan yaşını almış bir delikanlı... aşkın o onulmaz tadını, maviden bir nurun penceresinde görüp de gözlerinin değdiği kadriye hanım'a borçlu deliler gibi aşık bir şövalye... sevgili hocam sevdalarının, savaşlarının, üstadlığının ve o billurdan gözlerinin yaşamışlığımızın karanlık taraflarını hep aydınlatması dileği ile...
    (28.09.2006 16:38)

diyarımıza sahip çıkalım kampanyası

    diyarın yaşayabilmesi, büyümesi ve daha da güzel işlere imza atabilmesi için gönülden desteklenmesi gereken bir kampanya... yeni geldiğim ve çok sevdiğim ayrıca bir nevi sözlük formatının ve felsefesinin yanı sıra yazarların forumu diyebileceğim bu diyar için gönüllerinizi gölgenizin aydınlık tarafın dan seyredin ve bir daha düşünün inş.
    (27.09.2006 21:15)

hayat

    hayatÂ…
    ‘hÂ' de başlar ‘tÂ' de bitersin! lakin, ‘ayaÂ' gidebileceğini hiç sanmıyorum.
    bize kendimizi unutturacak o masum esintilerle kim bilir kaçımız kaç kez memleket sevdalısı olmuşuzdur. yahut, amansız bir aşık. zamansız açan kır çiçeklerine inatla biz oluşumuzun tabiatını anlatabilme uğraşı nasılda sonuçsuz kalır çoğu kez. oysa hayat ne bizim bildiğimiz gerçeklerle nede hayatın kendi bildiği yalanlarla sürüp gidiyor. epeyce klasik olsa da; ‘ tek gerçeğin, gerçek olmamasıdır. ‘ sözü açıklar tüm bu anlatmak istediklerimizi.
    h;
    kendimizi bir anda farkında olamadığımız bir hayatın içerisinde buluruz. Ä°şte herhangi bir yabancı tenle tanışıklığımız ve formalitelere mahkum oluşumuz bu hastane koridorlarında başlar. bugün düşünüyorum da eğer farkında olabilseydim bir şeylerin doğduğumda, bana annemden önce doktorun veya hemşirenin dokunmasını istemezdim doğrusu.
    küçük ayrıntılarla kavrulan beynimin bir bahar sabahı gözlerini yağmurlara dikişi, işte o ilk sevdanın başlangıcına denk gelir. daha ne olduğumuzu neden buralarda olduğumuzu bilmeden daha okula bile başlamamışken veya yürüyemezken.. o ilk sevda.. annem! Ä°lk ona sevdalanırsın hayatta. seni ilk koruyan, sana ilk yemeğini yediren ve seni ilk işetendir o. bu yüzden sevilmez tabii anneler. ama, bir insan yaptığı şeyin farkındaysa bunun pekte bir önemi yoktur. bir anneyi sevmeninse tek bir açıklaması olabilir hayatta; çünkü o senin annendir.
    sonra gelsin saçma sapan oyunlar, seni eğlendirmek için bin bir şekle giren büyüklerin davranışları. şimdilerde bu oyunları yapmaları için onlara yalvarsam dahi başaramam. sonra da başlarsın bir takım oyunlara, kendi yaratmış olduğun ve esasında her zaman senin kalacak o çocuk oyunlarına. ya dudağını emmeyi seversin ya da ortalığı kırıp dökmeyi yahut bunlara benzer herhangi bir şeyi. hayat kendi halince sürerken dışarıda sen büyümenin telaşıyla başlarsın evde kendi ayaklarının üzerinde durmaya. yıllar sonra karşına çıkacak olan bu kavram, o günlerde sende dahil tüm ev halkını anlamsız bir sevince boğar. büyüyüp gerçekten de kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladığında ise tam bir üzüntü.
    yavaş yavaş okul hayalleri kurulmaya başlar aile içerinde. kendi hayallerinle yüzleşme ve belki de hiç bilmediğin bir takım hayalleri satın alabilmek için başlarsın sokağa çıkmaya. Ä°şte hayatla en büyük kavgan mahalle aralarında yapılan maç sonrası dalaşmalardır, okulda sana sataşan biri için babanı okula çağırdığında büyüdüğünün en büyük göstergesi oluverir o gurur kırıcı an.
    çok sonraları.. esasında bize çok sonraları gibi gelen mahallenin herhangi bir kızına sevdalanmaların başlar bazı kereler. aslanın karşısında ne yapacağını bilemeyen yavru ceylan gibi kala kalırsın hayatın ortasında. Ä°şte böyle bir anda ne elinden tutacak biri vardır nede seni o sokaklardan çekip alacak bir güç. sonra o yaşına rağmen zamansız sokağa çıkmaların başlar. Ä°şte ilk adam oluşa adım atmaktır bunun adı. gece arkadaşlarınla mahalle araların da yapılan maçlar veya çekirdek eşliğinde ki sohbetler, sanırsın beyaz sarayda yapılmaz. bu gurur hayatının dönüm noktalarını oluşturur ve sen her zaman kendinde bir parça taşırsın o mavi sohbetlerden. belki ilk ayıp şeyler böyle gecelerde yapılan çocuk toplantılarında dile getirilir. belki de ilk burada öğrenirsin hayatını bir zindana çeviren sorunun cevabını.. yani ilk çocuğun nasıl olduğunu öğrenirsin, kendini bilmez bir büyüğünün küçük arkadaşına bahsettiği kadarıyla. sonra ufak ama geçici bir kin duyarsın, yıllardır seni leyleklerin getirdiğini sanıp annene ve babana. Ä°lk evcilik oyunları böyle zamanlarda oynanır. dünya güzeli bir kızı olan kapı komşunuzun size geleceği zamanı iple çekersiniz.
    ‘hÂ' nin çocuk olmanın verdiği huzurla böyle geçer ilk yedi yılı.
    sonra okula başlarsınız, işte hayatta ki en büyük sınavı burada vermek zorundasınız. daha siz hayatı tanımadan hayat bilgisi diye bir dersten yazılı olursunuz. hiç farkında değildirler ki bizler daha okuma yazma bilmiyoruz veya bizler ilk kez yuvamızdan ayrı, her an kolu kanadı kırılabilecek birer çocuğuz. Ä°lk acılarımızı ilk dayağımızı ve ilk büyük sevdamızı yaşama zamanımızda çoktan gelmiştir hem de. dersler bir yana sınıf başkanı olma telaşı, sınıf takımında forvet oynama arzusu, iki önünde oturan kıza sevdalanmanın verdiği korku ve ödevlerini yapmama isteği gibi bir sürü nedenle geçer ilk yıllar. daha sonraları adam oluşumuzu kanıtlamak için sigara içmeye başlarız, hiçbir zaman yanlarında yer bulamadığımız abilerimiz yanında. çok sonraları gece yarılarına kadar oynadığımız topların güme gideceğini anlar, içtiğimiz sigaralara lanetler yağdırırız ama ne çare.
    ve daha daha da sonraları bu bitmek tükenmek bilmeyen öğrencilik hayatı uzar da durur. orta okulu, lisesi ve üniversitesi derken binlerce sevdaya, kavgaya, acıya katlanmak zorunda kalırız. en delikanlı çağlarımıza inat annesi ve babası olmayan bir arkadaşımızın evine gitmek için yüzlerce yalan düşünürüz evdekilere. sigara içmek için binlerce bahanemiz vardır ve gecede sekiz kere markete gidersiniz. evet gerçekten de markete gidersiniz, ama, içtiğiniz sigara evdekilere sokmasın diye sakız almaya. Ä°şte bu nedenle zamanın meşhur sakızı ‘big boobleÂ' reklamlarını hep öğrencilere yönelik yapardı.
    okulların ilk günlerinde duyduğumuz heyecan, kitaplarımızı kaplamaktaki ve çantamızı hazırlayıp kendimize bu sene çok çalışacağımıza söz verdiğimiz zamanların heyecanı çabuk geçerdi. ya bir sevda yada yan sınıfta sudan bir sebeple kavga ettiğimiz herhangi biri tüm bu umutlarımız bir anda söndürmeye yeterdi. ya o harçlıklarımızın bizim bir türlü büyüdüğümüze inanmayan ailelerimizce az verilmesi. aslında bize o günlerde verilenler bugün verilse pekala hepimiz bir holding kurabiliriz. ama gelin görün ki o zamanlar sizden bir aşağı sınıfta olan mineÂ'ye vişne suyu ve simitle artistlik yapacaksınız diye sitem ederdiniz harçlığınıza. büyüdükçe haftalık almanın heyecanı ve ilk memur muamelesi gördüğünüz yıllar başlar. bir türlü haftanın sonu getiremezsiniz. pazartesileri yer içer, cumaları ise diğer arkadaşlarınızla mecburen öğle yemeklerini evde yersiniz.
    sonra o neşe dolu, sevda dolu, acı ve kavga dolu yıllar gelir peşi sıra. neden okuduğunun bile farkına varmadan hayatın içine sokuluverirsin yaka paça! neden sende bilmiyorsundur hayatın bu kadar acımasız olduğunu. oysa sana okulda ailenin toplumun çekirdeği olduğu öğretilmişti. yani toplumun en küçük yapı birimi. ama birden bakarsın ki hayat aileden çok farklıdır. seni hemen sevmez veya sevdirmez mesela. Ä°çine almak istemez. kimi zaman mutlu ol ister ama her zaman istemez! hayatın karmaşası içinde geçirdiğimiz bu yıllar bize gerçekten sunduğu mutluluklar kadar acıda tattırır. esasında hayatın konuşulması gereken tarafı çocukluk olsa gerek. sonrasıysa sadece yaşamak için verdiğimiz savaşlardan ibaret. arada bir sevda, at yarışı veya kaçamaklardan ibaret. bunu dışında kâle alınacak tek şeyse kendimizdir.
    h;
    Ä°şte şimdi gerçekten de sona yaklaşıyorsun demektir. binlerce yaşanmamış sevdayı, kavgayı, acıyı ve buna benzer insanı onure eden binlerce duyguyu geride bırakıyorsun demektir. şimdilerde eline torun torba alıp bir zamanlar aile büyüklerinin sana yaptığı o şebeklikleri sen yapmak zorunda kalırsın. aslında insanları mutlu etmenin altında tüm bu şebekliklere duyduğun ince bir sitemde yok değildir. hayat seni artık yaşlanmış ve evde oturup torunlarına bakmak zorunda bırakmıştır. bu noktada da eğer kaybetmediysen karını, aynı yatakta ölümü beklersin öylece, torunların olmadığı zamanlarda. tüm bunların hayali aynada buruşmuş yüzüne vururken, amel defterine son kez ‘tÂ' harfi yapılır ve sen artık bir daha geri dönmemek üzere gitmişsindirÂ…
    tüm hayatım boyunca bana dar gelen bu dünyadan uzaklaşıp aya gitmeyi hayal etmişimdir. ama ben öldüm.. ben artık toprak altında hayal ettiğim coğrafyadan çok uzak öylece yatıyorum boylu boyunca. ne kadar da çok şey yaşadım oysa ne kadar bilmişliğim var hayatı ve ben nasıl da iyi bir insandım yaşadığım sürece. sizlerde biliyorsunuz, torunlarımı eğlendirmek için nerdeyse kalp krizinden ölecektim. şimdi neden burayım? ben tüm bunları hak edecek ne yaptım?
    hayatım boyunca neler hayal ettim halbuki! belki de dünyanın en mukaddes sevdasını yaşamalıydım, belki de en çok para bende olmalıydı. bir çok lüks arabam olmalı, yüzlerce kadınla tanışmalıydım. ama en önemlisi aya gidebilmeliydim.
    ama tüm bunlar nasılda sevdasını yitiren bir ilk okul çocuğu gibi silinip gidiyor gözlerimden ve nasıl da artık bu toprak altında hiçbir şey hatırlamamaya başladım. yoksa ben gerçekten de öldüm mü?!
    yani hayat ‘hÂ' de başlayıp ‘tÂ' de bitirdiğimiz bir hayalden ibaret, bizlerse ‘ayaÂ' hiçbir zaman gidemeyecek olan birer insanız işte!..














    (27.09.2006 21:09)

neyzen tevfik

    hayatı kendi doğrularınca ve herkese inat yaşayan bu adamı anlatırken kelime seçmekte dahi zorlanıyorum. Ölümünün üzerinden tamı tamına elli iki sene geçmesine rağmen hala tazeliğini ve kulaklarımızdaki huzurunu kaybetmeyen şu bizim neyzen teyfik! Ä°çtiği şarabın huzurunu neyÂ'ine dolduran ve bugünlere nice sevdalıya göz yaşı sağlasın diye aktaran o büyük üstat, o büyük gönül adamını huzurunuzda saygıyla anıyor ve bir şair edasıyla yaşamışlığını sevgiyle kucaklıyorum.

    ey bana kendini büyük tanıtan,
    halime bak da varlığımdan utan!
    ben senin çerağ-ı vahdetinim,
    daha kestirmesi hakikatinim.

    serserinim düştüm aşkınla meye
    nasıl girdin elimdeki şu neye?
    hem seversin beni ‘neyzenÂ'imÂ' diye
    hem de ‘sarhoşÂ' diye destan edersin.

    neyzen teyfik

    şu bizim neyzen teyfik, neler görmüş geçirmiş, şu bir türlü onun olmayan hayatta. ekmeğini sırtında taşıyan bu dev adamı kendimce, okuduğum ve ezberlediğim şiirlerince anlatma çabamdır bu öyküyü yazışım. ne hikayelerini dinledim üstadın, ne hayat kavgalarını ne kendine şaraba vuruşlarını. hepsi nasıl da hayatın içinden kopup geldi yanı başıma, hepside nasıl sadece teyfikÂ'e özgüymüş sandım tüm bunları.
    neyzen bu yapacağı işe akıl sır erer mi? bir gün ünlü şairler ve yazarlarla birlikte bir yemeğe gidecek olmuş neysen. bin bir güçlükle, ricayla razı ettikleri neyzen iyi bir ders vermiş hani onlara. vapura binmeyi tercih eden neyzen ve dostları neyzenÂ'in huzursuzluğunu sezmişler ama belli etmekten de çekiniyorlarmış. nede olsa ters adam şu bizim teyfik. ne diyeceği ne yapacağı belli mi olur?! vapur iskeleye yaklaştığı sırada neyzen daha fazla dayanamamış ve ‘ben gidiyorum dostlarım ama param yok bana biraz borç para verirseniz beni bahtiyar edersiniz.Â' demiş. ama dostları gidecekleri yemeği bahane edip vermemişler neyzenÂ'e bir kuruş. bunun üzerine bizim neyzen yakın bir yerde atıvermiş kendini suya. tabii dostlarından büyük bir telaş, her yana bakar göremez olmuşlar neyzenÂ'i. vapurdan indiklerinde ilahi bir sesle irkilen dönemin meşhur şairleri biraz ileride rastlamışlar neyzenÂ'e. hemen yanlarına koşmuşlar tabii, bakmışlar teyfik elinde neyi, önünde şapkası dileniyor. merakla atılmış içlerinde biri;
    Â" – ne yapıyorsun dostum? Â" neyzenÂ'in hayata isyan eden gözleri öylece bakakalmış şairin suratına ve cevabı geçiktirmemiş elbette;
    Â" – siz dostlarımın bana vermeye çekindiği o kağıt parçaları kendi emeğimle başkalarından istiyorum. ne var ki bunda? Â"

    çile-i cinnet ile oldum tamam
    Ä°tikatim daha eksikti benim
    topbaşıÂ'nda hedef oldum garaza
    ehli iman dinimi s..ti benim

    neyzen teyfik

    ne kadarda anlatsam neyzen teyfikÂ'i, bir sonuca varmak güç bu adamın kim olduğu hakkında. kimi zaman bakıyorsunuz en belalı devlet düşmanı kimi zaman bir alkolik kimi zamansa en büyük evliya. kendi içinde binlerce fırtına ile boğuşan bu adamı anlamak ve anlatmak nasıl güç bir iş söylesem inanmazsınız. gözlerini diktiği hayalin perde aralığında süzülen mutlulukları dışında tek bir tutunacağı dal yoktu neyzenÂ'in hayatta. o kadar dostu, sevdiği belki de sevgilisi olmasına rağmen nasıl da insanlardan uzak yaşardı. tek dostunu sırtında taşımanın verdiği huzur buna sebep herhalde.

    zır deli, zır zır deli, beteri hınzır deli
    kim akıllı kim deli, bu ülkede belli mi?

    neyzen teyfik

    neyzen teyfikÂ'in bu akıl almaz üslubu elbette başına olmadık işler açmadı değil. zamansız sorgularımı anlatmamı istersininiz? mısırÂ'lara sürgünleri mi? neyzenÂ'in hayatla, siyasetle ve kendiyle olan bu dalgacı tavrı onu bugün bize sevdiren en önemli şeylerin başından geliyor. hayatla ve kendisiyle böylesine dalga geçen bir adam, nasıl olurda en kıdemli dostu neyÂ'le dalga geçmezdi? bakın bizim teyfik neyÂ'in deliklerini neye benzetiyor, neyzen aynı insanlarda olduğu gibi neyÂ'inde yedi deliği olduğunu söylerdi;
    Â" - yukarıdan aşağıya iki şehla gözü, homurdanan iki burun deliği, ona hayat veren ağzı, sesleri boşaltan sidik deliği, arkada da tek delik kıç deliği. Â"
    kolay değildi böylesine büyük bir adam olmak. kolay değildi gözleri önünde onlarca adam kesilen bu üstadın kendini toparlaması ve yine kolay değildi böylesine bir aşkla neyÂ'e üflemek!
    birer birer sayalım mı elindeki sanatını?
    hazerifendiliğini, kuvvet-ü maharetini
    demirci, terzi, balıkçı, kalaycı, kunduracı
    kayıkçı, avcı, marangoz, cilacı, lostracı

    fırıncı, oymacı, aşçı, tulumbacı, nakkaş
    dövüşçü, kavgacı, uysal, anut bir de kalleş
    ufak tefek bulunurdu elinde birkaç şey
    lakin sonunda yaktı kavurdu hepsini ateş-i ney

    neyzen teyfik

    neyzen teyfik neden bu kadar içerdi veya neden içmeye başlamıştı? bu soru her zaman aklıma takılmıştır. belki de şiirlerinde ki, hiciv sanatındaki ustalığı ona içtiği zamanlardan kalan bir cesarettir.
    neyzenÂ'e bir gün atatürkÂ'ten cezalandırmasını istediği kardeşi neden içmeye başladığını sorar. Ãœstadın buna cevabını olduğu gibi sizinle paylaşmak isterim. zira benim anlatmam, onun söylevindeki tarifsiz tadı vermeyecektir:
    Â" Ä°stanbulÂ'a yeni geldiğim bir gün eski arkadaşlarımdan birini görmek için beyoğluÂ'a çıkmıştım. cadde üzerinde armut satan bir anadolu çocuğunu bir belediye çavuşu kovalıyordu. derken armutçu yan sokaklardan birine saptı. koşarken ayağı sürçtü ve tablası yere düştü. armutçu yerlere serildi. etrafına o mahallenin rum çocukları toplandı. adam bir tarafa koşup kaçarken belediye çavuşu da onu insafsızca kovalıyordu. rum çocukları da rumca ayı demek olan Â" kaydura Â" diye bağırarak arkasından koşuyorlardı. kendimi birden tutamayıp, yanımdan geçen çavuşun yakasına yapıştım. yani armutçunun yerini ben almış oldum.
    halk toplandı. polis geldi. ‘ neden yaptın? nasıl yaptın? ‘ dediler. sonra benimde dışarlıklı olduğumu anlayıp tokatlar gibi yaparak serbest bıraktılar.
    doğruca kendimi ilk önüme çıkan meyhaneye attım. şimdi anladın mı neden içmeye başladığımı? Â" diye cevap verir. neyzenÂ'in hayatta çok küçük sebeplerle yaptığı büyük şeylerden biridir bu. nasılda sudan bir sebep insanın içemeye başlaması için. ama, neyzen için bu hayat ne kadar basitse içmeye başlamasının da bu kadar basit bir öyküsü olması o kadar olağan.
    neyzenÂ'in ömrü hayatı boyunca kendiyle, yaşadığı hayatla ve bir takım olgularla dalga geçmiş olması, onu bugün yaşatan en büyük hikayelerden bazıları. bunlara bir örnek vermek gerekirse;
    neyzen beyoğlu asmalımescit sokağıÂ'ndan geçerken bir çingenenin ayı oynattığını görmüş. etrafını çoluk çocuk çevirmiş, seyrediyorlar. ayı usta, ama ayıcı acemi. bir türlü oynatamıyor ayıyı.
    neyzen sabredemiyor, ortaya atılıp çingenenin elindeki ayının zincirini, değneğini, defini çekip alıyor. ayı elinde, çingene peşinde tepebaşı bahçesiÂ'ne gidiyorlar. bahçe hınca hınçtır.
    neyzenÂ'in ayı elinde bahçeye girdiğini gören halk önce şaşırır, sonra da alkış tutmaya başlar. tepebaşı bahçeÂ'sinde ince sazda, orkestra da vardır. hepsi çalgılarını bir kenara koyup seyretmeye başlarlar.
    Â" - defi çalıp ayıyı oynatmaya başladım. ayı usta, mükemmel oynuyor. defi bırakıp koltuğunun altında dürttüm ve ‘ eskiden genç kızlar yavuklularını gördükleri zaman nasıl utanıyorlardı. ‘ ayı bir pençesini kaldırıp yüzünü kapatıyor. tekrar soruyorum ‘ ya şimdikiler ne yapıyor? ‘ ayı da elini uzatıp elimi tutuyor. kahkaha, alkış kıyametÂ… Â"
    neysen tekrar ayıya sesleniyor. değnekle dürtüp ‘ kocakarılar hamamda yıkanırken nasıl bayılıyorlar? ‘ ayı yere uzanıveriyor. aklılar, kahkahalar içerinde neyzen ayının zincirini, sopasını ayıcının eline tutuşturup defi de eline alarak parsa toplamaya çıkıyor.
    Â" – herkes o zamanki kağıt yüz paralıklardan, çeyreklerden, mecidiyelerden, yeşil yirmi beş kuruşluklardan avuç avuç yağdırıyor. def dolunca gelip çingeneye verdim. hiç bu kadar parayı bir arada görmemiş ki, paylaşmayı teklif etti. sen bu parayı al da, iyi bir ayıcıdan ders alıp bu ayıyı oynatmayı öğren dedim. ayı benim gibi oynatılır diyerek yanından uzaklaştım. Â"
    neyzenÂ'in hayata dair bu gibi hikayeleri onun gerçekten kendiyle barışık olduğunun ve hayatı bir çoğumuzun aksine, onun değimiyle sallamadığının kanıtıdır.
    neyzenÂ'in hayatı gibi savrulmaya mahkum kelimelerle ve bölük parça hatıratlarla anlatmaya çalıştığım bu öykü, onun yaşamaktan aldığı zevkin bir yansıması ve gerçeğidir.

    gazabınla şu harbi kıl da sebep
    taş taş üstünde kalmasın yarabbi
    kahrına alet et de Ä°nönüÂ'nü
    anlasın ehli fesat son gününü
    aç bıraktın milleti hırsızlığı sürdün öne
    Ä°sterim allahÂ'tan tez günde ikbâlin söne
    bin musibet, bin bela yağmaktadır günden güne
    Ä°sterim allahÂ'tan tez günde ikbalin söne

    kan taşından eşiği, lahtı ciğerden temeli
    bab-ı ali vatanın bir delinen şiryanıdır
    adeta pıhtı gibi kırmızı koltuktakiler
    dökülen yüz suyu sanki fukaranın kanıdır.

    Ä°htiyarlık ile gençlik diyerek
    şu hayatı ikiye böldürmek
    ey büyükten de büyük allahÂ'ım!
    benden evvel si..mi öldürme

    neyzen teyfik

    neyzenÂ'in hayata karşı sergilediği sallamama duygusu bazı zamanlarda kendini memleket sevdalarına bırakmıştır. neyzenÂ'in tüm bu tavırlarına rağmen gerçekten de büyük bir memleket sevdalısı olması şaşılacak şeydir doğrusu.
    tüm bunların yanı sıra böylesine sıra dışı olmayı kendine hayat felsefesi olarak benimseyen bir adamın aşklarından, kadınlarından konuşmamak doğru olmaz sanıyorum.

    Öyle hürriyete âşık ki kadınlar hatta
    hiçbir erkek olamaz onlara yol arkadaşı
    çıkar at çarşafı teklifine karşı nitekim
    donu fırlattı Â…nden açacak yerde başı

    neyzen teyfik

    Â" neyzen teyfikÂ'in kadınla kızla pek alakası yok zannederdim. kısa kollu, kısa kollu kısa etekli bir kadın çarşıdan geçince bütün esnaf dükkânlarından fırlarken neyzen istifini bile bozmazdıÂ… kahve sohbetlerindeki kadınlar hayâli veya yakıştırma idi. dayamacı fethi bir ara kahveden kaybolduğunda bütün kahve saraçhâne durağına üşüşür, harbiye – fatih veya edirnekapı – bahçekapı tramvayından birinde ayakta tek kadın olsa, arkasında fethiÂ'nin durduğunu görürdük. ‘ yuu! Ä°n aşağıya! Â' diye tramvayın penceresinden içeriye bağırdığımız halde oralı bile olmazdı. bir fırsatını bulup kadına sürtünmesi bile dayamacı fethiÂ'ye yeterdi. kahveye dönüp neyzenÂ'e anlattığımızda çok kızar ‘ sapık bunlar, ırz düşmanı ‘ diyerek söylenirdi.
    ara sıra babamla yaptığı sohbetlerden çıkardığıma göre gençliğinde tophâneÂ'de batakhânelerdeki azınlık yosmalarla ilişkisi olmuştuÂ… bâde sunan oğlanlarla ilişkisi olmamıştı. kahvede biz gençlere söylemekten çekindiği halde, yetişkinlerle yaptığı sohbette açığa vurduğu bir ermeni duduÂ'su vardı. bir süre beraber yaşadıkları anlaşılıyordu.
    bu dörtlüğe bakılırsa kadın düşmanı olduğu da söylenebilirdi;

    kalmadı gizli kapaklı deliği memleketin
    çok şükür kızlarımız anadan doğma dul
    tutarım ben dilimi, kimseye söylemem ama
    karşımda sıkılıp susmayan tek bir yüz bul

    neyzen teyfik

    neyzenÂ'in gönül eğlendirdiği kadınlardan biri de beyoğlu yaniçarşı, çiçekçi sokağıÂ'ndaki genel evlerde sermaye olan çopur olga. sonraları abanoz sokakÂ'ta ev çalıştıran olgaÂ'nın fakir, fukaraya yardım ettiği, çok hâne berduşun kirasını ödediği, yoksul rum ailelerinin kızlarına drahoma verdiği, çeyizlerini hazırladığı, kilisede merasimle evlendirdiği dilden dile dolaşırmış. hatta olgaÂ'nın yoksul türk kızlarına yardım ettiği de olurmuş. hâyır sever bir mama.
    olga 1936Â'da öldüğünde neyzen koyu renk elbisesini giyip taksimÂ'deki aya triada rum kilisesiÂ'nin bahçesinde beklerken bir kenara çekilerek irticâlen şu sözler dudaklarından dökülüyor:

    olamaz bence şümulü gidene hayr-u şerin
    her ölü yükselir omzunda suhuf-ı beşerin
    rolünü yaptı demektir gidene bulma kusur
    bir misafir olarak kaldı beş on gün kürede
    rahmet-i rab ile olga, coşup aktı ebede

    neyzen teyfik Â"

    neyzenÂ'in kadınları konusunda da pek fazla yorum yapmaya gerek yok sanıyorum. her zaman hayata olan tutarsızlığı ve boş vermişliği burada da tüm o esrarını gizleyerek devam ediyor.
    neyzenÂ'in en önemli yanlarında birine değinilmediği kanaatindeyim. neyzen her şeye rağmen çok önemli ve büyük bir allak dostudur. Ä°çinden hiçbir zaman sökemediği bu duyguyu içki kadehlerinin arkasına gizleyerek defalarca üstü kapalı şiirlerinde anlatmıştır:

    yokluğumla aşikârım, ehli beyte aidim
    seç demin şeklinden ki, ismi muhammed şahidim

    neyzen teyfik

    hayatını karmakarışık ama dilediği gibi yaşayan bu adama gıptayla bakmamak elde değil. doğumundan ölümüne ise kendini nasıl özetlediğini sizlere anlatmamak. bakın ‘ beşikten mezara ‘ şiirinde nasılda kendi yaşamını yine kendi üslubunca anlatıyor bizlere:
    alemin bağrını si..yim
    sümbül-ü verd-ü hârını si..yim
    andelip-i nizârını si..yim
    hasılı nevbaharını si..yim

    bana yoktur lüzumu gülşenin
    şeb-i tarik ruz-ı rûşenin
    ne gülamının nede senin
    hepsinin ta mezarını si..yim

    yok sefası hezâr-ı teninin
    gülistanda şukûfe-i perverin
    neşvesile hûmârını si..yim

    neyzen teyfik

    dedim ya neyzenÂ'i ne bu ölüm günün de kelimelere sığdırabilirim nede anlatmaya takatim yeter onu üstatlığını. birkaç tatlı hatırasını dillendirmek ve birkaç şiiriyle sizlere onu hatırlatabilmek ve anlatabilmek en büyük arzum.
    bugün kartalÂ'daki mezarlığında köpeklerin bile uyumak için neyzenÂ'in mezarını tercih etmesi ne büyük bir rastlantıdır. ve onun gerçekten mütevazı yaşantısının bir aynası gibidir.
    hayallerini, kavgalarını, aşklarını, mutluluklarını, acılarını ince bir kamışın içine bu denli ustalıkla doldurabilen bir kişi daha gelmez şu dipsiz dünyaya. beynine benzeyen saçlarının kafası üzerinde bitmesindeki masumiyet, gözlerine yerleşen huzursuzluğunun verdiği boş vermişlik duygusu ve şiirlerinde insanlığın gerçek yanını, küfürbaz tarafını, başkaldıran yanını bize anlatmak için yıllarını harcayan bu büyük ustayı huzurunuz bir kez daha anıyorum.

    kimse teyfikÂ'e alnı yere gelmiş diyemez
    doğduğundan beri götünü dönmedi şeytana bile
    hacıyatmaz gibidir sanki köpoğlu köpek
    ayak üstünde durur düşse de mizana bile

    neyzen teyfik

    dünyadayken kendine kurduğun cennetlerin mavisinde huzurla uyu. büyük usta! ben seni dinlemeye gidiyorum!..
    (27.09.2006 21:08)

kadın

    ah şu kadınlar.. ve sen roselia!..
    uzun zamandır severim kendi yarattığım kahramanlara aşık olmayı. ama neresinden tutsam bu sevdaların elime yüzüme bulaşır sevmek. çünkü onlar her zaman yanı başımdadırlar, mesela istediğim an birkaç satır yazıyla yıldızlara kurarız soframızı yahut boğazda balık yeriz biz! veya ne biliyim ben kaderimizi oturup beraber yazarız. Ä°nsan böylesine alışamıyor, sevda zorluk çekmeden, tatmadan acıyı sevdirmiyor kendini!
    bazen soruyorlar kim bu kadın? neden hep roselia diye bir kadından bahsediyor bu adam? gerçekten buna cevap vermemi isterseniz, hiç tanımadım o kadını! lakin tanımayı çok isterdim doğrusu. kendim yarattım roseliaÂ'yı, doldurması için boşluklarını ışıksız dünyamın. yürüdüğüm yollarda sağıma soluma bakmayı hiç sevemedim nedense, yolun sonunda ki ışık öyle bir kamaştırmıştı ki gözlerimi! neredeyse günahsız yere ezdiğim karıncalar yüzünden cehennemlik olacaktım.
    hayatta benim gibi düşünen bir çok erkek, aslında farkında olmadan her gün binlerce roselia üretiyorlar kafalarında. erkeğiz diye böbürlenen babalarından duydukları laflar, en büyük savunma mekanizmamızı oluşturuyor esasında. en büyük hatamız bizi bir kadının doğurduğunu unutmamız ve bir kadının ellerine doğduğumuzu hatırlamamamız olsa gerek. erkeklerin uyumsuzluğu burda başlıyor işte. anlamak gerekiyor kadınları, tanımak, bilmek veya sevdalanmak en delikanlı çağlarımızda bir kadına.
    kadınlar.. kadınlar ve yine kadınlar! nasıl da giriyorlar zamanlı zamansız aramıza. oysa biz arkalarından konuşmayı severiz çoğu zaman anlamsız erkek meclislerinde. mesela - geçen gece - diye başlayan her muhabbetin sonu mutlaka bilmem kaç aylık bir çocukla sonuçlanır(!) kadınlarla alakası yokmuş gibi görünse de erkekler, daha bir erkek meclisinde kadın sözünün geçmediğine rastlamadım. en maçosunun bile sevgilisinin yanında süt dökmüş sokak kedisi olması pek alışılageldik bir durumdur biz erkekler için. nasıl da atıp tutarız ilk buluşmalarda; bakan dayımız, zengin amcamız, senede okuduğumuz kitap sayısı ve en önemlisi eski sevgililerimizle yaşadığımız o akıl almaz sevdalar. kadınlarsa müthiş bir sükunetle dinlerler bu palavraları ve yüzlerine yerleşen her küçük tebessüm esasında bizim o ayyuka çıkmış vasıflarımıza değil, kendilerini etkilemek için attığımız palavralaradır!
    dedim ya kadınlarsa elbette haberdarlar bunlardan ama nasıl bir hikmetse asla dile getirmezler yüzümüze karşı. bizlerse onların bilmediklerini sanıp yapar dururuz sohbetini, yapamadıklarımıza inat!
    dün gazetede okudum; kocasını aldatan bir kadın sokak ortasında defalarca bıçaklanmış. aynı şeyi kocası yapsa acaba kadın onu bıçaklar mıydı? belki.. fakat yine de bunu sokak ortasında yapmazdı. kadınlar sever mahremiyeti! bir kadınla öyle her zaman her şeyi konuşamazsınız. ne kadar sevseler de karşısındakileri, gönüllerinde ki tahta oturmak için çok ülke fethetmeniz gerekir. bir kral gibi davranamıyorsanız, ya çok iyi bir söz cambazı olacaksınız yada onulmaz bir sevdalı. başka yolu yoktur, dünyanın en bilinmez sualine cevap bulmanın! ve en yaşanmamış sevdaları, en yaşanılası zamanlarımız da yaşamanın!

    erkeklik zor zanaat, biz içimize atamayız mesela kadınlar gibi. zamanını beklemeyi hiç sevmeyiz. her şey hemen oracıkta oluversin isteriz. kadınlarsa sever bazı şeyleri zamanla yaşamayı, çünkü biz erkekler anlamsız bir sebeple severiz hayatta bir çok şeyi çabucak tüketmeyi. herhalde çabuk falan mı öleceğimizi sanıyoruz bizler? yoksa bunları kafaya takarak kendimizi çabuk öldüreceğimizi mi?
    mesela bizler yanımızdaki kadının sanki çok önemli bir şey varmış gibi saatlerce yüzümüzü seyretmesinden hoşlanırız çoğu zaman, baksın istemeyiz başka bir tarafa. oysa kadınlar tek bir gülle yahut tatlı bir sözle, anlatılmak isteneni kavrayıverirler hemen oracıkta!
    zahmet buyurun da çevirin şu kafanızı sağa sola! acaba dünya da birbirine bu kadar zıt yaratılıp da birbirini bu kadar tamamlayan başka varlıklar var mı? kadınları tam olarak anlayan bir erkek veya erkekleri mutlu edebilen bir kadın mevcut mu? bu soruların cevabını bulan olursa; ne olur yazar olsun!
    döneminin boş bakanı tansu çiller! meclis kürsülerinde kırdığı potlarla nasıl da bir anda salak muamelesi görmesine neden oldu kadınların. oysa benim tanıdığım kadınların hiçbiri pot kırmadılar benim yanımda. aksine nasıl da topladılar benim kırdığım cevizleri onurlu bir anadolu kadını gibi, devirdiğim çamların diplerinden.
    kadınlar yaşamı yönlendirmeyi seven varlıklardır. Ä°nsan soyunun devamı çoğunlukla onların ellerinde olduğu için ve zorluk yine çoğunlukla onların sırtına yüklendiği için ister istemez böyle bir bilinç altı beslerler kafalarında. doğrudur da! kendi annemden biliyorum! nede olsa benim gibi bir oğlu var!
    kadınlık daha da zor bir zanaattır. anne olmanın gururunu, heyecanını veya mutluluğunu hiçbir erkek hissedebilmiş midir acaba hayatta? pek sanmıyorum.. kendi annemi düşünüyorum lakin diğer kadınlar gibi değil. hatta nasıl desem kadın gibi bile değil çünkü o benim gözümde sadece bir anne; ve dünyanın en güzel annesi!
    annemi tanıyorsanız ve hatta annem gibi bir kadın tanıyorsanız, hemen yayın evimden telefonumu alıp beni arayabilirsiniz!.. bulabileceğinizi hiç sanmıyorum. yaklaşık bilmem kaç sene oldu annemin dizleri dibinden ayrılalı, ve gerçekten sevmek nedir öğrendim o zaman. annem yoktu çünkü!.. ve bir daha asla okula gitmem için beni yataktan zorla kaldırmayacaktı ve bir daha asla top oynayıp eve geldiğimde hastalanacağımı düşünüp etrafımda dört dönmeyecekti ve ben uyurken gelip defalarca koklamayacak, öpmeyecekti beni!
    bilen bilir roseliaÂ'yı.. uzatmanın gereği yok. şimdi anladınız mı neden en sevdalı oluşlarım hep roseliaÂ'ya denk düşer! ve ben neden hiç matematiği sevmem!..


    oduncu recai ve şu kerimeÂ'nin aşkı

    babamda annemi sevdi, ademÂ'de havvaÂ'yı! oduncu recai ise kerimeÂ'yi, ne var bunda yani!..
    çocukluğumun geçtiği yerlere yakın bir civar köyde yaşanmış komik bir aşk hikayesi onların ki. aslında onlara nasıl da sevmek geliyor kim bilir bu öykü. ama böylesini görmeyen bizler için biraz tebessüm etmeden geçmek güç doğrusu. hani oturup da bir film yazmaya niyetlensem bundan iyi hikaye bulamazdım.
    oduncu recai, uslanmaz bir çapkındı. deyim yerindeyse köyün en kıdemli playboylarından biriydi. köy yerinde olur mu böyle şeyler demeyin. köy yerlerinde yapılan düğünlerin en arka sıralarına geçerek çekirdek yiyen ve o gece en çok kıza göz kırpabilen playboy olurdu. kerime ise kendi halinde, oya işlemekten gözleri bozulmuş bir ev kızı. bu aşkın aralarında nasıl vuku bulduğu konusunda hiçbir malumatım yok yani. şimdilerde ise hala bu akıl almaz sevdanın sürüp gittiği konusunda. eğer resmi nikahtan haberleri olmayan bu iki uslanmaz aşık, boşanmanın resmi bir şey olduğunu öğrendiyseler.. bence boşanmışlardır. veya esasında geri kalmış bazı siyasiler onlara bunu anlattıysa.
    nelerine şahit olduk benim ülkemde. yapılan bir işin yarım yamalak yapılması bizi ne gülünç hallere düşürdü zamanında. bugün pek azımızın bildiği bir hikayeyi sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim doğrusu:
    zamanında onlarca doktor ve hemşire, nüfus planlaması konusunda köyleri gezerek insanları bilgilendirirdi. adını şu an anımsayamadığım birkaç köyde yaşanan bazı olaylar beni dakikalarca güldürmüştü gerçekten de;
    köy yerine ulaşan doktor ve
    (27.09.2006 21:05)

aşk

    aşk.. kalbimizin en ücra köşelerinde yankılanan en aydınlık gölge!
    hayatımın en gerçekçi taraf ve taraflarını nasıl bir özlem içinde hatırladığımı tahmin bile edemezsiniz. ve bu satırları yazışımdaki tek gayenin o günlerde yaşananlara değil, o günlerde yaşanan sevdalara olan özlemimden kaynaklandığını!..
    hayatımın o en mukaddes yıllarının bu kadar çabuk geçip gitmesi, nasıl onulmaz yaralar açmıştır şu yüreğimde. oysa ondan ilk ayrılışımda bindiğim otobüsün biletini hala cüzdanımda taşırım. tamı tamına altı sene geçmiş bu mavi sevdanın üzerinden. tamı tamına bilmem kaç şiir yılı!
    ne kadar çok aşık olurdum çocukluğumda. şimdi bu yaşlara geldiğimde aşkın ne kadar zor olduğunu öğrenmek inanılmaz bir acı veriyor bana. ama o yıllar hep özgürlüğüne kavuşmak isteyen bir kuş misali oradan oraya savurmuştur beni. kimi zaman deli bir rüzgarın duvağına takar kimi zamansa zamansız gelen bir mavinin cennetlerine söylerdim umutlarımı. Ä°nsanları bu kadar seviyor oluşum, herhalde bu kadar sevda yaşamama sebep. bense insanları sevişimden hiç şikayet etmedim ama bu kadar sevdalanışımın beraberinde bu kadar özlem getirmesi huzursuz etti beni. yine de büyük bir mutlulukla hatırlıyorum o günlerin en sevdalı hatıralarını.
    her şey sıcak bir yaz gününün o insanı kavurucu yalnızlığında başlamıştı. ellerimizin birbirine kenetlendiği her an ayrı bir bahtiyarlıkta açıyordu yüreğimde. oysa sadece sevmekle yetiniyordun beni. bundan başka istediğim tek bir şey dahi olamazdı zaten ve o zamansız yolculuğun bana tattırdığı mutluluğu yeniden dilemekten başka.
    yüreklerimizin o bizi ısıtan derinliğinden çıkıp, kayığın yanına gelmiştik ve mehtabı kıskandıracak bir sükunetle denizin engin sularına açıldık. aşkımızın bu ilk zamanlarına, sonsuz denizin o kimi zaman insana huzur veren maviliğini şahit tutmuştuk. ve bizi kıskandıracak tek bir sevdalıyla karşılaşmadık bu yolculukta. sanki olur olmaz şeylerden kendilerine eğlence payı çıkaran ve öylece gülen küçük çocuklar gibiydik ve bundan hiçte şikayetimiz yoktu. büyüdüğümüzde, bu zamanları hatırlayıp kendimizi aptal gibi hissedecek bile olsak, umurumuzda değildi bu.
    yazların insanı sarhoş eden mutluluklarına kapamıştık adeta kendimizi. birbirimizden başka bir şey düşünmeye fırsat bulsak ileride neler yapacağımızı konuşur, nasıl bir evde oturmak istediğimizi falan tartışırdık. Ä°şte bu zamanlar beni öyle büyüttü ki, annem duysa eminim kızardı bu duruma.
    bugün bu sevdanın hatıraları o kadar az ki bende ve neredeyse birkaç lakırdı ile anlatılabilecek kadar eskimiş. oysa çok fazla sürmez benim unutmalarım, benim özlemlerim benim hatıralarımındır en sevdiklerim. belki de sırf gönlümün resim albümlerini doldurmak için sevdalanıyordum ben. Ä°şte böyle diyerek kendimi kandırmaktan başka yapabileceğim bir şey yok. ama yitip giden her sevda, bende yeri doldurulamayacak hatıralar bırakırdı ve ben her yeni esen rüzgarda başka bir kokuyla hatırlar hüzünlenirim o günleri.
    en sevdiğim dostlarımdan birine tatile gitmiştim o yaz. komiktir çok sonraları aynı yere taşıdık yazlığımızı ailecek. Ä°lk orda gördüm onun o güzel gözlerini; elanın ne kadarda anlamlı olduğunu ve ne kadarda çok yaşanmışlık barındırdığını içinde, işte o zaman aralığı göstermişti bana. Ä°lk göz göze geldiğimiz anı herhangi bir fotoğrafla kareleseydik, mutlaka üzerimizde dolaşan ve durmadan o aşk oku attığına inanılan meleği görürdük. gerçi çok sonraları bu ilk geceyi konuştuğumuzda, o meleği gerçekte gördüğümüzü birbirimize açıkladık.
    günler nasıl da bu sevdanın esirliğinde geçip gidiyordu. eğer hızla akan zamana bir takvim tutsaydık, kederinden alkolik olacağına inanırdım doğrusu. yine de çabuk geçen günlere aldırmadan sevdamızı gökyüzünün en bilinmedik yerlerinde yaşıyorduk ve bu bilinmeyen yerlerin aslında bizden çok önce en az bizim kadar sevdalı insanlar tarafından keşfedildiği belliydi. aşkı hep gözle görmek istemişimdir. yahut acaba aşk gözle görülseydi, neye benzerdi? diye merak etmişliğimde olmuştur. ama bu sevdanın olur olmaz yere bitişi gözlerimi öyle bir kör etti ki o gün bu gündür bir daha göremedim gündüz gözüyle aşkı.
    aslında bir itirafı etmeden de geçemeyeceğim. şiire ilk başlamam işte bu kadın yüzünden olmuştur ve bana o güzel sevdanın yanında sunduğu bu ekmek kapısı şimdilerde nasılda vazgeçilmez bir tutku bende.
    Ãœzerinden çok sular aktı, üzerine çok aşklar yaşadık bu sevdanın. ama hiç bana sormadan kapımı çalan bu yalancı sevda büyük mutlulukların izlerini bıraktı bende. büyük acılarınsa sadece zamanla aşılabileceği kanısını.
    bana gelişi de olay olmuştu benden gidişi de. o ayrılık acısını en derinden tattığım anlar beni çocukluktan alıp yüzlerce sene yaşlandırmaya yetmişti. bir insan için acı çekmekten zevk almaya ilk bu zamanlar başladım işte. şunu öğrendim ki acı çekmek sadece aşık olduğun zamanlarda mutlu ediyor insanı.
    lakin dedim ya üzerinden ne sular aktı ne acılar yaşandı en titrek gecelerde.
    birkaç gün önceÂ…
    onu çok uzaklardan gördüğümde geçmişten gelen bir yaz aşkının gözlerini hemen tanıdım.
    Ä°şte bu gizli mekanlarda yaşanan o yasak sevda, bana aşkı göstermedi ama bunca zaman sonra onu gördüğümde aynı heyecanı hissettirdi.
    bende ancak yazdığım bu kısa öykü kadar hatırası kalan o güzel kadına yarım kalınmış bir sevda borçluyum.
    dedim ya, geçen gün rastladım ona. Ä°kimizde Ä°stanbulÂ'dayız, bu rastlantı pek şaşırtmadı bizi. bir yerlerde oturup öylesine konuştuk ordan buradan. zaman geçmişti ve yıllar önce sevdiğim bu kadının üzerinden o yazdan kalan tek bir koku bile yoktuÂ…












    (27.09.2006 21:02)

savaş

    tanrı hiç tatmadığım bir zamanın ortasında üzerime ağlıyordu. gözbebeklerinden dökülen sevdalar, yıldız kokan avuçlarımda ölüyorlardı birer birer, biner binerÂ…
    ve sadece on iki dakika sonra binlerce hayale, umuda, sevdaya ve kavgaya veda etti vakitsiz ölen kelebeğin huzurunda.
    hiç bilmediğim görmediğim yanlarını görüyordum ölmelerin. nasıl bir şehirdi bu? ne gecesi geceye benziyor nede gündüzü gündüzüne diye geçirmeden edemiyordum içimden. baksanıza geceler hiç karanlık olmuyor burada, beklemediğiniz bir anda kopan dehşet verici bir gürültü hayallerin üzerine düşen zararlı bir havai fişek misali yok ediyor binlerce canı! ve benim bildiğim o masmavi gündüzler burada kıpkırmızı, ne zaman doğacağı belli olmayan güneşe inat!..
    hiç tanımadığım bir coğrafyada hiç tanımadığım bir ölümü tatmıştım. başka tek bir kelime bile duymak istemiyordum. Öylece ölüm vardı göz kapaklarımı her araladığımda ve ben binlerce kelimeyi bir anda katlederek ölümü öldürmek istedim o an!..
    yanı başımda küçücük bir çocuğun yattığını gördüm, otelden korkarak çıktığım ilk zaman. annesi neredeydi bu çocuğun?! belki birkaç yüz metre ileride onu da çoktan vurmuşlardı bile, diye konuşuluyordu birkaç kişinin arasında. küçük çocuk buna mı dayanamayarak atıverdi kendini kör kurşunların ortasına? oysa bedeni daha o kurşunları hazmedemeyecek kadar küçüktü. her şey nasıl da bir an olup bitiyor burada! herhalde kimse birkaç dakika sonrasını hatırlamıyor, insanlara düşünmek veya bir şeyler söylemek yasaklanmış sanki. ellerine tutuşturulan kağıt parçaları birer bildirgemi yoksa herhangi bir polisiye romanın parçalanmış sahifeleri mi? ama hayır!.. okuduğum polisiye romanlardan daha farklı bir manzaraydı karşımda duran. benim kahramanlarım hiçbir zaman zarar vermezlerdi fiili olarak diğer bir roman kahramanına lakin etrafımda dolaşıp duran bu eli silahlı adamlar hiç düşünmüyordu kahramanlarımı öldürürken ve ben, hiç düşünemiyordum dur demeyi!
    Ä°nsanların üzerlerine ölüm sinmişti. ne berbat bir kokuymuş ölüm! televizyonlar kaçıp sığınacak bir yerler bulmaları için durmadan uyarıyordu insanları. kaldığım otelin lobisinde yankılanan savaş sirenleri neredeyse o paha biçilmez antika radyoyu bile kederinden tamircinin eline düşürecekti!.. neden gelmiştim sanki buraya. türkiyeÂ'de televizyondan seyrettiğim kadarıyla daha az acı çekiyordum masum canların katledilişine. bir araştırma uğruna böylesine bir vahşete şahitlik etmeğe değer miydi? nasıl hesap verecektim döndüğümde tanıdığım tarih profesörlerine?!
    bir kelebek düşmüştü yerde acı içinde kıvranan çocuğun yanı başına. hayır! en az irakÂ'ta şahit olduğum ölümler kadar cittiyim. herhangi bir edebi değer taşısın diye yazmadım bu cümleleri. gerçekten de başında kavak yelleri esmesine ramak kalan bir ruhun yanı başına düşüvermişti kelebek. belliydi ya kör bir kurşun isabet etti küçücük bedenine yada son zamanlarını yaşıyordu tek günlük saltanatında. nasıl da gözlerini ona dikmiş bakıyordu çocuk,
    - Â" sen! Â" der gibiydi. Â" nasıl oluyor da sadece ama sadece bir günde bu kadar işi başarıyorsun? nasıl oluyor da yavru kelebeklere yiyecek buluyor? annesinin gönlünü hoş ediyorsun?.. ama biliyorum küçük kelebek annen seni doğurduğunda ölümüne sadece birkaç saat kalmıştı değil mi? ve sen bir tırtıl olup dönüşünceye kadar bu güzelliğe, çoktan düşmüştü ölü bedeni bir zerdali çiçeğinin üzerine!.. ya benim annem nerede şimdi? Ölümüme bile şahitlik edemeyecek, oysa günahsız yere öldüğümü görmesini isterdim, biliyor musun? bana oyuncak almak için kara peçesi altında onun bunun evinde çalışmasına gerek kalmayacaktı ben yaşasaydım mesela. Â" der gibi bakıyordu devamında!..
    parçalanmış herhangi bir insanın diğer herhangi bir parçası üzerine basmamak için parmaklarım üzerinde yürüdüğüm bu yerde öyle bir telaş hakimdi ki; kimsenin birkaç metre yakınların da ölen o küçük çocuğa yardım etmek aklına bile gelmiyordu. Ä°nsanlar, kulakları sağar edecek silah sesleri arasında nasılda oradan oraya kaçışıyorlardı, canlarını kurtarmak için. dedim ya burada her şey birkaç dakika içinde olup bitiyordu. geriyeyse sadece yürekleri parçalayan acılar ve feryatlar kalıyordu. her şeye şahit oldum ama bir annenin evladı uğruna namusunu çıkarıp ölen çocuğuna kefen yapması, o kara peçeye sarılarak oracıkta bulunan ilk çukura gömülmesi beni diri diri dipsiz bir mezara sokmuştu ve ben utancımdan yıllarca bu çukurdan çıkmamaya yemin ettim!
    Ä°şte bitmişti, bu kadar basitti!.. işte emperyalizmin özgürlüğe nasıl çuval geçirdiğine çocuğun ölen bedeni üzerindeki karıncalar, börtü böcek şahitlik etmişti! kelebek bile bu son zamanında çocuktan bir ısırık alacak diye korkup, anlık bir tavırla eziverdim kafasını!
    etraftan telaşla ona doğru koşan bir adam gördüm bir müddet sonra, ölüp ölmediğini kontrol etmek için olsa gerek başladı cansız bedenini tekmelemeye küçük çocuğun. nedendir bilinmez üst üste üç beş kurşun daha sıktı. Ölmüştü işte daha ne istiyordun o günahsız yavrudan! birileri gelip senin vatanında, senin çocuğuna kurşun sıkarlarsa mermilerinin parasını ölen çocuğun kardeşleri tarafından ödenmesi en büyük temennim...
    dik tutmayı severim ben kalemimi, onların silahlarını masumlara karşı dik tutmayı sevdikleri kadar sadece. aslında onlara dik tutmak istediğim neler var lakin zamanını bilirim yapacağım işin. şimdilik birkaç satır yazıyla dik tutmaya çalışmak en güzeli bu milletin ...ni, inançlarını, kinini, kardeşine sıkılan kurşunun boş kovanını!..
    birkaç dakika geçmedi üzerinden; elinde bir çuval, temkinli adımlarla biri yaklaşıyordu yanına yerde yatan cansız bedenin. küçük çocuğu elinde ki çuvala bir anda olur olmaz geçirip etrafta rastladığı ilk çöp kutusuna bırakıverdi. aynı çöp kutularına amerikaÂ'da ve birleşmiş milletler konsey binasının bahçesi önünde rastlamam ne kadar da garip! nedense bu işin sırrını çözmek üzereyim gibi hissediyorum kendimi (!)
    ne kadar ucuza satıldı irakÂ'ta hayatlar. haberlerden izlediğimiz yalan yanlış şeylerle aslında birilerinin dünya adına iyi işler yaptığını sanmamız ne büyük bir yanılgı!
    dünya, fransaÂ'da doğan burjuvazi akımının buralara geleceğini bilseydi herhalde fransa şu an sadece tozlu tarih kitaplarında yaşıyor olurdu.
    araştırmalarımı bitirip uçağa doğru yola çıktığım sırada yeniden aklıma düştü o küçük çocuk, etrafıma nasıl da korkarak bakıyordum, etrafımda gezinen çocuklardan kaçma çabam onlardan da birinin gözlerim önünde öldürülme ihtimalinden kaynaklanıyordu. nasıl bir dünya bu; insanın insanı acımadan öldürebildiği, ardında bıraktıklarını hiç hesaplamadan yerini yurdunu yıkabildiği, ölen birinin son kez hak ettiği gibi bir mezara değil de bir çöp kutusuna atıldığı. şimdi gelinde siz yaşayın bu birkaç silah fabrikasının para kazanması uğruna öldürülen insanların hayali içinde!..
    yemin ediyorum.. biraz daha yazarsam gördüklerimi o her şeye burnunu sokan sosyete birkaç gün içinde intihar komandoları adına hesap açacaktır herhangi bir amerikan bankasında!..
    (27.09.2006 21:00)

medrese

    ağlamaklı bir ney sesiyim küçük ayasofyaÂ'nın bahçesinde filizlenen. birkaç sevdiğim dostumla uğradık öyle geçerken esasında. Ä°çimde bir yerlere işleniyor, uzaktan geldiğini sandığım ney sesi! bir yanımda neyzen teyfikÂ'in yaşayan son talebesi diğer bir yanımda ebru sanatının en büyük üstatlarından biri. anlayacağınız yazarlığımdan utanacak hale geldim nerdeyse. çile odalarında huzur satılıyor şimdilerde küçük ayasofya da. ne zaman uğrasam önce kendime sonra sevdiğim birkaç dostuma üç beş arşın alırım mutlaka. hayatları bu küçük bahçeye sıkışıp kalan esnafı da pek severim. Ä°şte tam karşımda Özcan abi, son eserini gösteriyor kıvrak bir gülücükle karşısında oturan diğer bir ressam dostuna! diğer huzurcuların ahvali belli, hepsi bir kuru ekmek uğruna fırıncıya sanat yapar olmuşlar! Ãœzülüyorum doğrusu, çok üzülüyorum!.. neyse karnım da epey bir açıktı, nerede kaldı bu sevda evladım!..
    geldiğimizden beri nerdeyse yirmi dakika olmuştu ama her birimizin ağzından toplasan üç beş söz dökülmedi. hepimiz severdik ayasofyaÂ'nın esrarını. her birimiz bir şeylerle uğraşıyorduk. birimiz ne yazacağım diye düşünürken diğerimiz öylece nargilesini tüttürerek gelen ney sesi ile semada bir bulut olmuştu, gündüzle yarışan. diğerimizin ise belliydi eve gitmek istediği bir an önce. suyunu çıkmadan hazırlamıştı belli, şimdi de ne yapacağını düşünüyordur herhalde!..
    böyle zamanlarda susmayı, hiç konuşmamayı, kefemi doldurmayı iyi bilirim. diğer dostlarımda bilirler işin bu yanını!.. sanatın piçliği burada başlar işte ve buradan ta neyzen teyfikÂ'e uzanır; Â" hiçÂ'in Â" azab-ı mukaddesiyle!
    sanatın ayaklar altına alındığı bedbaht bir zamanda başladık bu işe hepimiz ve ayaklarımıza kara sular inmişti sultan ahmetÂ'i baştan başa dolaşmaktan, birkaç şiir yazacağız diye. pek bir hoşlanırım gezmeyi buralarda, herhalde eski kafalılığımdan kaynaklanır bu yada aradığım dinginliği buralarda kaybetmişliğimden. her ne sebeple olursa olsun severim sultan ahmetÂ'in yalancı sevdalarını!..
    gecenin o akıl almaz esrarı yine kapaklandı üzerimize. Ä°şte bizim zamanlarımız bunlar!.. hani derler ya geceleri saymazsak şu yaştayım. be hey cahil! geceleri saymazsan biz hiç doğmadık ki anamızın helal karnından. hiç yaşamadık ki bu hayatı ve hiç bilmedik ki sevdayı.
    gündüzleri hiç gelmez aklıma sevda, gece oldu mu en deli dolu aşık ben oluveririm. en hakikatli dostumdur gece. karamsarlığımdan değil, sevmem gündüzün yalancı sadeliğini, geceleri yakılan ışıklar hep sahte gelir bana. bu yüzden herhalde doğru dürüst elektrik faturası ödememem.
    elektrik faturası dedim de ne çok ödemem var bu ay. sana şükürler olsun tanrım! çuvalımda satacağım daha çok şiir var!.. nereye kadar yazacağımı bilmiyorum, aslında bazen dönüp baktığım zaman etrafımda dönüp duran hayata; gerçeklerin farkına varmıyor değilim. lakin şimdilik yalancı saltanatına vezir olma niyetim yok dünyanın! birkaç kavak diktim evimin bahçesine; aşık olduğum zamanlarda başımı sokacağım bir yelim hazır olsun diye!..
    bizler apaçık gerçeklerin üzerine koca koca binalar diker olduk. nadirdir boynu bu kadar aşağıda bir yapının Ä°stanbul içerisinde olması. bu yüzden sadeliğini gündüzden alan küçük ayasofya, geceleri bizden daha dertli bakar, saman yolunun kaç kilometre tuttuğuna.
    Ä°şte böylesine saçma bir tebessümün beraberinde nasıl da kapıldım bu bilge yapının esrarına.
    kim bilir ne dertler işlenmiştir küçük ayasofyaÂ'nın duvarlarına, konuşabilseler dehşetler içinde dinlerdiniz!.. lakin duvarlarına huzurun kokusu sinmiş, temeli çile ile yoğrulmuş binlerce sene, nice düşler sevdalar gelip geçmiş başından ve ruhunu bir ızdıraba saldığı şu günler de, etten kemikten sanki o kocaman küçük ayasofya! nasıl konuşmam bir dost gibi seninle! ne farkım kaldı özümde, senin yaşadıklarından gayrı.
    keşke yalnız gelseydim diye geçirmeden edemiyorum içimden. hemen buruşturmayın o güzel yüzlerinizi dostlarım! buraya gelmeyi epey bir şey birikmiş içinde ona anlatacağım:
    kendimle bir hesaplaşma içindeyim şu günlerde, epey bir borcum birikmiş görüşmeyeli. bilirsin bir türlü ayak uyduramadığımı hayata. bir yazma arzusudur sardı her yerimi ve her gün bir tik daha atıyorum kaderimin belli başlı yerlerine, evimin sana benzer herhangi bir odasında. evimin duvarları üzerime daralıyor geceleri, her hangi bir ışık görmeden uyuyamaz oldum nedense. korkmaya mı başladım dersin yaşamaktan? pek öyle denemez esasında! bilirsin; geçeceğim kapıların eşiğinde hiç yatmadım ben yada beceremedim bunu! fakat son günler de önüme serilen o kuru döşek, ne bilmem kaç yaşıma kadar işediğim beşiği nede öldüğümde yatırılacağım çukuru arattıracak bana! kuru döşeklerde uyumayı özlemişim desem kızmazsın değil mi? neden kızasın ki, seni dikenler saraylarda mı uyuyorlardı sanki?! haddini bil üstadım haddini! o bin bir çileme şahitlik eden kuru döşek, mukaddes bir cemali açıverirse gözlerimin önüne, biliyorum ne ben durabilirim karşısında bu sırrın ne sen devrilmeden kendi ayaklarının dibine!
    dedim ya hesabım kendimle, sen yine gel beni dinle, bağışla küstahlığımı yenik düşüyorum iki kaşım arasındaki canavara!..
    Ä°çimde bir yerlerde sakladığım öyle şeyler var ki, bir gün açıklayacak olursam yerinden sarsılır sanıyorum dünya! lakin haklısın üstadım! çile doldurmak haddimize olsaydı ve hayat sanıldığı kadar kolay; ölümün hiçbir değeri olmazdı.
    oysa yaşamak bir ney sesiyle toprağa düşerken, eşsiz bir kavuşmada yeniden filizlenmekten ibaret hiç bilmediğimiz bir toprak parçası üzerinde!..
    şimdilik ödüyorum içtiğim sekiz on tane ıhlamurun parasını ve senden şimdilik çıplaklığımı götürüyorum sadece küçük ayasofya, fakat bir daha ki gelişimde böyle dertli olacaksan, hiçbir tadı olmayacak içtiğim ıhlamurun! ve söyle bir daha ki sefere limon atsınlar içine, yaprağını da bol tutsunlar ıhlamurun! yoksa büyük bahane olur, seni alıp başka bir yerde sevdamı yudumlamaya!..
    haydi dostlarım kalkalım artık! malum uyku vakti geldi de geçiyor – küçük ayasofyaÂ'nın - !











    (27.09.2006 20:58)

sayfa: 1-2-3-4-5

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.