genel istatistikler
benim için o the raw shark texts'in çevirmeni. elleri dert görmesin.
konusu ne derseniz anlatması zor. 500 küsür sayfalık romanın içinde her şey var: bilimkurgu, macera, gerilim, derin bir aşk. şöyle bir giriş yapsam dilinize bal çalmış olurum belki: "eric, her şeyden önce, sakin ol. şu anda bunu okuyorsan ben burada değilim demektir. ahizeyi kaldır ve 1 tuşuna kayıtlı numarayı ara. telefona çıkan kadına eric sanderson olduğunu söyle. kadın bir doktordur ve adı da randle’dır. doktor randle durumu hemen anlayacak ve seni derhal kabul edecektir. anahtarları al ve sarı cipi doktor randle’ın evine sür. daha bulmadıysan diye söylüyorum, zarfın içinde bir kroki var. evi buraya fazla uzak değil ve bulması da oldukça kolay. doktor randle bütün sorularını cevaplayacaktır. yalnız hiç vakit kaybetmeden gitmen gerekir. başlangıç karesini atlama. araştırma yapmaya kalkışma. kasadan 200 £ alma. evin anahtarlarını basamakların sonunda, tırabzandaki çivide bulacaksın. yanına almayı unutma. pişmanlık ve aynı zamanda umutla, ilk eric sanderson." romanı okuyup bitirdiğinizde "pişmanlık ve umutla" diye biten bu mektuplar canınızı acıtacak.
shyamalan bu sefer filmin neresindeydi* onu merak ettim şimdi.
şunları kusmak istiyorum: ilk filmin o muhteşem fikrinin kaymağını yiyen ve ilk filme bir yıl boyunca her koca senaryo ekibinin rahatlıkla düşünebilecekleri yeni oyunlar dışında başka bir halt katamayan devam filmlerinin alayından nefret ediyorum. ilk filmin muhteşem bir senaryosu vardı ve kullanılan minimal üslup gerilimi doruğa ulaştırıyordu. sonra her amerik* filme olan şey bu filme de oldu ve para için cılkını-çıkaran seri filmler yapıldı. bu tür serilerde izleyici şu pencereden bakmalı: ilk filmde fikri ortaya atan kişi bu işe en çok emeği veren kişidir; devam filmlerini yapanlarsa ilk filmde ortaya atılmış olan fikri işlemeye devam ederler sadece, bu da çok zor değildir. mesela, final destination: harika bir fikrin üzerine kurulmuş etkileyici bir filmdi, fikir ortaya atıldı gerisi/serisi zibil gibi gelmeye başladı. yani diyorum ki asıl saygı duymamız gereken film ilk filmdir. muhteşemdir, baş tacıdır.
şöyle ki: 2008 cannes film festivali'nde nuri bilge ceylan'a ödülü verilirken şöyle dendi: "prix de la mise en scène, nuri bilge ceylan!" tam çevirisi yapılırsa sahneye koyma ödülü; genelde kullanılan anlamıyla en iyi yönetmen ödülü. cannes'da bu ödülün yıllardır böyle anılmasının sebebi, mise en scène(mizansen) kelimesinin bir yönetmenin yapması gerekenleri kapsamasıdır. peki bir yönetmen sette ne yapar: oyuncuların; senaryonun, ışığın, dekorun, mekanın, kameranın sesin ve bunlardan sorumlu olan kişilerin(kurgucu, senarist, görüntü yönetmeni, sesçi, vs.) uyum içinde çalışmasını sağlar. dolayısıyla mizansen, izleyiciye sunmak için kamera önünde yaratılan yapay gerçekliğin tamamıdır: oyuncuların nerede durduğundan tutun da ışığın nereye düştüğüne kadar her şey mizansenin parçasıdır; yani ve yine: sinema sanatının kadraj içinde kurduğu düzmece dünyanın bütün öğeleri mizanseni oluşturur da diyebiliriz. basit bir şekilde anlatırsak: onun dediğini yapmadığınızda çocuğunuzun ağlıyormuş gibi yapması ve bunu duruşu, davranışları ve sözleriyle destekleyerek sizi inandırmaya çalışması, mizansendir. inanırsanız mizansen iyi yaratılmıştır.
tek planda çekilmiş: kamera çekmeye başlıyor ve filmin sonunda çekmeyi bırakıyor, kesme/birleştirme yok. avatar'ın o dandik konusu yerine derviş zaim'in anlattığı bu sakin, derin ve etkileyici öykü; sizi maddi dünya ile manevi dünya arasında bir o tarafa, bir bu tarafa sürükleyip duruyor. aslında tam da ne olup bittiğini anlamadan biten film, içinizde bir boşluktan ziyade bir arayış bırakıyor ki bu da aslında bir sanat yapıtının sağlaması gereken yegane şey. biz insanlar, bütün cevapları biliyoruz zaten; ihtiyacımız olan sorular; bu soruları bize bağışlayan her sanat yapıtı başımızın tacı.
şimdi ingiltere, essex'te bir evde misafirlikte olduğunuzu düşünün. ev sahibi çay getirmiş, malum çay saati. lakin siz misafirliğe gelmeden önce evde bi' demlik çay içmişsiniz ve o an hiç canınız istemiyor. şöyle dediniz: "no thanks, i drank tea(almayım sağolun, ben çay içtim)" size çay sunan bayanın düşünce balonunda şunlar belirir, çeviriyorum: "aaa deli mi ne, içtiysen içtin; hemen herkes, hayatının belli bir anında çay içmiştir, bi' daha iç n'olacak!" ama şöyle deseydiniz bal kaymak olacaktı: "no thanks, i have just drunk tea(almayım sağolun daha demin içtim)" gördüğünüz gibi ikinci yanıtta, çay içmiş olmanızdan edindiğiniz küçük tecrübeyi aktardınız: canınızın çay istememesi. tabi burada "tecrübe" derken sizi az ya da çok etkileyen olaylardan edindiğiniz duyuşsal veya bilişsel bilgiyi kastediyoruz.
üçe bölünür: kılış eylemleri, oluş eylemleri, durum eylemleri. bu üç tür, öznenin ve nesnenin durumuna göre farklılaşırlar: a) özne etkin ise yani ne yaptığını biliyor ve yaptığı eylemle bir nesneyi ya da bir kişiyi etkiliyorsa karşımızdaki bir kılış eylemidir. ıssız adam'dan geliyor: "alper, ağzına sıçayım ben senin." gördüğünüz gibi fail, yaptığını bile isteye yapmaktadır. b) bir de öznenin etkin olmadığı eylemler vardır. o eylemler gerçekleşir ve özneyi etkiler. bu tür eylemlerin edilgin biçimde yazılmalarına gerek yoktur, çünkü o eylemler gerçekleştiği sırada öznenin etkilenmemek ve edilgin duruma geçmemek gibi bir şansı yoktur. oluş eylemidir. - ada, gittikçe şişmanlıyorsun, farkında mısın? - elimde değil sinirlenince yemek yemeye başlıyorum. görüldüğü gibi ada "şişmanlıyor" ve bu onun "elinde değil". olmuşla ölmüşe çare var mı? c) yahut bir eylem vardır ki özne etkindir de yaptığı işin ancak kendine hayrı vardır; ancak kendi durumunu değiştirir ettiği. - alper, neden ağlıyorsun? - ağlamıyorum, gözüme soğan gazı kaçtı. hem sana ne ağlıyorsam! ağlıyorsam da kendime ağlıyorum. bakın ne oldu. alper ağlıyor ama bu sadece kendi durumunu değiştiriyor. başkasını germez gözyaşları.
mesela tom ile joe adında iki amerikan delikanlısı bir dere kenarına pikniğe gidiyorlar diyelim. daha evvel almış oldukları karpuzu soğuması için derenin güvenli bir yerine koyuyorlar. yemeklerini yiyorlar, sohbet ediyorlar. bu sırada onların piknik yaptığı alana bir kamyon(la) karpuz geliyor. böyle bir durumda eğer joe, tom'a "hey tom! please, bring a watermelon" derse hangi karpuzu istediğini belirtmemiş olur; tom gidip pekala kamyondan da bir karpuz getirebilir, ılık ılık. eğer joe derede buz gibi bekleyen karpuzu istiyorsa "hey tom! please, bring the watermelon" demeli, böylece taraflar tarafından bilinen "karpuzu" belirtmelidir. bu olaydaki "the"nın anlamı "hani şu, dereye soğuması için koyduğumuz karpuzu var ya işte o"dur. sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz. sözlük sistemi ile geliştirilmiştir. |