ziya nur aksun

  1. 1976 yılında geçirdiği felç sonucunda konuşma ve yazma meleksini önemli ölçüde kaybetmiş olması nedeniyle yeni eserlerler aramızda olamamsa da türk tarihi alanında verdiği önemli yapıtlarla yolumuza aydınlık veren önemli bir yazardır kendisi.
    (gladonun turk tetikcisi 22.02.2007 12:27)
  2. 29 mayıs 1930’da konya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimi konya’da yaptı. 1955 yılında ankara hukuk fakültesi’ni bitirdi. ziya nur, eserlerinden ziyade sohbetleriyle tanınmıştır. osmanlı ve İslam tarihi hakkında geniş bilgisi, günlük siyasetimizin muhtelif elişmelerini sağlam bir tarih muhakemesiyle değerlendirmesi, osmanlı-türk devlet telakkisi hakkındaki efsunkar tesbitleri, çevresinde toplanan her zümreden münevverleri ve gençleri etkilemiştir. onun dündar taşer (1925-1972) ve erol güngör (1938-1983) ile memleket meseleleri ve milli düşünce etrafında yaptığı sohbetler, dündar taşer’in vefatını müteakib kendisi tarafından derlenmiş, ve 1974 yılında z. n. rumuzu ve dündar taşer’in büyük türkiyesi adı ile yayınlanmıştı. eser gençler ve türk okuyucusu nezdinde büyük bir alaka ile okunmuş ve 6. baskısı yapılmıştır.

    ziya nur bey’in diğer büyük bir eseri de filibeli Şehbenderzade ahmet hilmi’nin İslam tarihi'ni hafifce sadeleştirerek, notlar ve geniş istidratlarla kitabın hacminden daha fazla ilaveler yaparak ve filibeli hakkında geniş bir tetkike dayanan biyofrafi ile birlikte neşrettiği eserdir. bu eser, İslam tarihi’ni ele alış tarzıyla hala aşılamamıştır. usul bakımından tamamiyle emsallerinden farklı olduğu gibi, İslam tarihi’nde türkler’in –selçuklu ve osmanıllar’ın- ve moğollar“ın oynadıkları rollare de vukufla değerlendirmeye tabi tutan bir eserdir. eserde sünni ve şii tarikatler, dini-siyasi cereyanlar bugünkü nesillerin sorularına cevap verecek bir bilgi özeti ve muhakeme tarzıyla tabarüz ettirilmiştir. adı geçen eserin ilk baskısı 1974’de, ikini baskısı ise 1982’de yapılmıştır. ziya nur bey’in bu iki eserinden başka, diriliş dergisinde yine z: n. rumuzuyla yazılmış makaleleri vardır. faka onun en büyük eseri, muhakkak ki müsveddeleri 3000 sahifeyi geçen osmanıl tarihi'dir. maalesef bu eser birinci cihan harbi yıllarına kadar yazılmış olmasına rağmen, henüz bitmemiştir.

    1965’lerden 1976 yılına kadar 7000 cilde yakın osmanı tarihi kaynaklarını tedkik eden ziya nur, eserini bira n önce yayınlamasını isteyen dostlarına, bu eserin bu haliyle neşredilmesini istemediğini, her şeyden önce tarih yazmağa başladğı zamanki görüşlerinde mühim değişiklikler husule geldiğini, bu itibarla yazdıklarını yeniden elden geçirmesi icab ettiğini, ayrıca böyle bir tarihin baş tarafına osmanlı devlet telakkisiyle alakalı 150-200 sahifelik geniş bir önsöz yazmaya kararlı olduğunu, hatta bunu notlar halinde tesbit ettiğini söylemişti.

    maalesef, 1976 yılında geçirdiği bir felc sonunda ziya nur bey konuşma ve yazma melekesini önemli ölçüde kaybetti. o zamandan beri konuşma melekesini ilerletme yolunda bazı gayretler göstermeşse de henüz tatmin edici bir seviyede değildir. ziya nur bey, tarihçiliğinin yanı sıra çağdaş avrupa düşünce ve siyasetini yakından takib eden, güzel sanatlarda, bilhassa ressamlıkta kaabiliyetli, şiir ve musikimize hayran bir mütefekkirdir. evinde yağlıboya tabloları bir sergi açacak kadar çoktur. www.otuken.com.tr

    yanlış hatırlamıyorsan iki yıl önce adına, tarık zafer tunaya kültür merkezi'nde mehmet nuri yardım'ın tertip ettiği "ziya nur aksun vefa günü" düzenlendi. Çanakkale mahşeri isimli mükemmel romanın yazarı mehmed niyazi'nin de konuşmacılar arasında bulunduğu vefa gününde yakın çevresinden yazar ve şairler ziya nur'a dair hatıralarını nakletmekle birlikte, onun türk tarihçiliğindeki yeri üzerinde durdular.
    (obvious 22.02.2007 16:46)
  3. hakkında yazılan bir makale...


    aramızda yaşayan osmanlı vak’anüvisi: zİya nur aksun

    eskiden İstanbul türkçesi’ni en güzel konuşanlar, âdâb, erkân bilenlere, ilimden, irfandan nasip alanlara genellikle “İstanbul efendisi” diyorlardı. tam bir ilim ve kültür hazinesi olan bu şehir, bir zamanlar öyle güçlü bir câzibe merkeziydi ki, etrafında pervâne, içine girmek için divâne olanlar, “mektep, medrese görmediysek de İstanbul kaldırımı çiğnedik.” demekten kendilerini alamıyorlardı.

    sarayda, “enderûn mektebi” ne ise, İstanbul’da da “bâbıâli” oydu. bâbıâli terbiyesi, bâbıâli görgüsü, bâbıâli bilgisi, cilt cilt kitaplara konu olacak kadar engin ve zengin bir malzeme teşkil ediyordu. gazeteler ve dergiler buradan yurdun dört bir yanına yayılıyor ve dağılıyor, matbaaların âhenkli sesleri keza aynı merkezden duyuluyordu. kısaca söylemek gerekirse “bâbıâli” bir mektepti.

    Ömrünün büyük bir bölümünü matbaaların arasında geçiren, dizgisini yaptığı kitaplardaki müellif yanlışlarını kafasından düzelten, eksik bölümleri ve bilgi yanlışlarını ânında tamamlayan ali sümbül bey, bâbıâli mektebini birincilikle bitiren seçkin şahsiyetlerden biriydi. onu dinlerken dünkü medeniyetimizin göz kamaştırıcı tablolarıyla karşı karşıya geliyor, kendimi bir anda topkapı sarayı’nda buluyordum. ali bey, osmanlı tarihine o kadar âşık, o derece vurgundu ki, geçmişin izlerine dâir yeni bir şeyle karşılaşınca çocuklar gibi seviniyor, galeyana gelen duygularını bizimle paylaşmaktan büyük bir zevk alıyordu.

    bir sabah beni erkenden telefonla aradı. yeni bir hazine keşfetmenin heyecanıyla sordu:
    - ziya nur’un, marifet yayınları arasında çıkan “gayr-ı resmi tarihimiz osmanlı padişahları”nı gördün mü, diye sordu.
    hem gördüm, hem okudum, eser o kadar güzel ki yine okuyacağım, dedim. ali ağabey, “aman allah’ım! bu, ne güzel bir kitap! İtiraf edeyim ki, padişahlarımızı bu kadar güzel anlatan,böyle nev’i şahsına münhasır bir üslupla onları canlandıran, bizi de heyecanlandıran bir eseri şimdiye kadar ne yazık ki okumamıştım.” dedikten sonra, “kim bu ziya nur?” diye sormaktan kendini alamamıştı.

    Öyle anlaşılıyordu ki, ali bey, ziya nur’un ziyasıyla ve nûruyla henüz ülfet ve ünsiyet kesbetmemişti. birkaç cümleyle, bu çağdaş hoca saadeddin’i, nâima efendi’yi tanıtmaya çalıştım. kendisinin bugün aramızda yaşayan bir ahmet cevdet paşa olduğunu izah ettim. altı ciltlik muhalled bir eser olan osmanlı tarihi’nin Ötüken yayınevi tarafından neşredildiğini haber verdim. fuzûli tek kelime konuşmayan, fakat fuzûli dîvanı’nı baştan sona ezbere okuyan ali sümbül bey, eseri derhal satın aldı ve okumaya başladı. böylece ziya nur üstadımızın rahle-i tedrisine o da dahil oldu.

    yetmişli yıllarda sık sık, merhum cemil meriç’in, göztepe tütüncü mehmed efendi caddesindeki devlethanesine gidiyor, “allah’ın iç gözü daha iyi görsün diye, dış gözünü kapadığı bu gerçek ve sahici münevvere” kitap, gazete ve dergi okuyordum. başka bir ifadeyle, ben de, cemil meriç’in sekreterleri arasına girmenin mutluluğunu yaşıyordum. merhum, birgün, masasının üstünde duran müheykel bir kitabı göstererek, bugünden itibaren bunu okumaya başlayacağız, dedi. elime aldığım bu hacimli kitap, Şehbenderzâde filibeli ahmet hilmi’nin “İslam tarihi”ydi. fakat ziya nur ağabeyimiz, bu esere bir o kadar da daha ilavede bulunmuş, ezcümle; mezhepler, tarikatlar, osmanlı padişahları, İslâm âleminin bugünkü durumu gibi son derece önemli bahisleri eklemek sûretiyle bu kıymetli kitabı “efrâdını câmi, ağyârını mâni” bir İslâm tarihi haline getirmişti.

    “sâdık bir vak’anüvis ve kalb-i râşedar” olan ziya nur bey’in bu kitabından hergün otuz-kırk sayfa kendisine okuyordum. ben okuyordum, o dinliyordu. dinlemek ne kelime, âdeta kulak kesiliyordu. zaman zaman araya giriyor, “evladım! İşte İslâm tarihi böyle yazılır.” demekten kendini alamıyordu. hayatımın en renkli ve zevkli günlerini teşkil eden bu okuma ve dinleme fasıllarını bir müddet devam ettirdikten sonra, cemil meriç’in de osmanlı tarihine ziya nur gibi baktığını, onun da tam bir ecdâd hayranı olduğunu gördüm. meselâ, yeniçeri teşkilatının kaldırılması ve İkinci mahmud’un şekilperestlikten ibaret olan icraatı, sözüm ona ıslahatı hakkında ikisinin de aynı kanaati taşıdığına şahit oldum. 1826 harekâtının, “vak’a-i hayriye değil, vak’a-i şerriyye” olduğunu, setre pantolon giyerek, resmi devlet dairelerine resimlerini astırarak ilerleyeceğimizi zanneden İkinci mahmud’a halk arasında “gavur padişah” denildiğini yine ziya nur bey’den öğrendik. evet, devlet-i ebed müddetin ihtişamı ziya nur kadar, cemil meriç’in de gözlerini kamaştırıyor, “müptezel bir halden, muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, ben bir gericiyim.” diyerek haykırmasına vesile oluyordu.

    ellili-altmışlı ve yetmişli yıllarda İstanbul’un muhtelif bölgelerinde fikir locaları vardı. buralarda, tarih ve edebiyat goncaları açılır, etrafa ilim ve irfan nurları saçılırdı. uzun yıllar bayezıt camii’nin hemen yanıbaşında bulunan ve devrin şairleri, yazarları için tam bir cazibe merkezi haline gelen küllük, daha sonraki yıllarda, “marmara kıraathanesi”ne dönüştü. buraya devam edenlere “marmaratör” denilmeye başlandı. gerçekten de marmara kıraathanesi bir nev’i serbest akademiydi. bundan dolayıdır ki, ön tarafında oyun oynanmıyor, gürültü patırtı edilmiyor, tadına doyum olmayan sohbetler yapılıyor, tartışmalar oluyordu. marmara kıraathanesi’nin müdavimleri arasında; muzaffer Özak, erol güngör, mehmet genç, mehmet Şevket eygi, sezai karakoç, filozof cemal, hilmi oflaz gibi isimler başı çekiyordu. müşterilerinin büyük bölümünü ise, bu zevat-ı kiramı dinlemek isteyen meraklı kimseler oluşturuyordu. İtiraf edeyim ki, ben bu ilim meclisinin son günlerine yetiştim ve tam anlamıyla istifade edemedim.

    İşte bu marmara kıraathanesi’ni şereflendiren en gözde şahsiyetlerden biri de ziya nur aksun’du. onun oturduğu masanın etrafını çevirenler, yavaş sesle konuştuğu sözleri dinlemek ve anlamak için âdeta kulak kesiliyorlardı. adı, “deli mustafa”ya çıkan sultan mustafa’nın deli meli olmadığını, tam aksine, İstanbul fırıncılarının ekmek çıkarmaması üzerine gece boyunca uyumayıp çare arayacak kadar aklı başında bulunduğunu, osman gazi’nin nasıl “gazi hazretleri” olduğunu, yavuz sultan selim’in İttihad-ı İslam idealini ve türk cihan hakimiyeti mefkûresini, İkinci abdülhamid’in siyasi dehâsını, şehzade katlinin; uyuşuk beyinlerin, sığ düşüncelilerin anlayamayacağı bir fedakârlık örneği olduğunu, ondan öğreniyorlardı.

    sözün burasında itiraf etmek gerekir ki, bizim nesil, ziya bey’e çok şey borçludur. onun sayesinde osmanlı’ya bakış açımızı değiştirdik. doksan Üç muharebesi’nden sonra türk milletinin moral açıdan büyük bir çöküntüye uğradığını, ondan sonra mağlubiyetlerin birbirini takip ettiğini, yine kendisinden dinledik. osmanlı fetih ordularının, gittikleri yerleri, hristiyan çapulcular gibi yakıp yıkmadıklarını, bilakis imar ve ihya ettiklerini, daha doğru ifadesiyle, oralara “medeniyet” götürdüklerini, “nâkus yerlerinde ezanlar okuttuklarını”, onun kaleminden ve kelamından öğrendik.

    ziya nur aksun, osmanlı tarihini sevdiği kadar, bu muhteşem medeniyete hayranlığını dile getirenlere de ilgi duyuyordu. dostlarını ve hayranlarını; osmanlı âşıkları, tarih meraklıları teşkil ediyordu. hemen belirtelim ki, merhum dündar taşer, bunların arasında büyük ve önemli bir yer tutuyordu. nitekim daha sonra kaleme aldığı, “dündar taşer’in büyük türkiye’si” adındaki eseriyle hem bu aziz dostuna duyduğu bağlılığı ve muhabbeti dile getirdi hem de tarih cahili bir takım kimselerin iftiralarının ve isnatlarının ne kadar çürük ve ne derece temelsiz olduğunu gözler önüne serdi. yirmi yedi mayıs harekâtı’nın genç binbaşısı dündar taşer’in, şüpheli bir trafik kazası sonucu vefat etmesi, ziya bey’i büyük bir sarsıntıya uğrattı. tarih şuurunun mücessem bir misali olan böyle bir sohbet erinin kaybı onu ziyadesiyle üzdü. erol güngör’ün de, “Îslam’ın bugünkü meseleleri”ni tahlil ettiği sırada ve hayli genç bir yaşta aramızdan ayrılmasıyla“ küllük yârânı” tam anlamıyla yetim ve öksüz kaldı.

    ziya nur’un hizmeti sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildi. o, aynı zamanda günümüzün bir nev’i evliya Çelebi’siydi. İstanbul’u karış karış dolaşıyor, adım adım geziyor, bu tarihi şehrin camilerini, çeşmelerini, hanlarını, hamamlarını, tekkelerini, dergâhlarını anlatıyor, dünle bugün arasında köprü olmaya çalışıyordu. bazen tarihi kabristanlarda sabahlıyor, mezar kitabelerinin arasından geçmiş zamanın dağlarına ve bağlarına seyahate çıkıyordu. zaman zaman ilk osmanlı başkentlerinden biri olan bursa’ya da gidiyor, oradaki ecdâd eserleriyle de ülfet ve ünsiyet tazeliyordu. her yıl düzenlenen söğüt şenliklerine katılıyor, yörük çadırlarına misafir oluyor, bir yörük vatandaşımızın konuşurken, “abdülhamit efendimiz!” demesi ona en büyük zevki veriyordu.

    ziyar nur Üstadımıza kırk altı yaşında ağır bir felç geldi. maalesef konuşma ve yazma yeteneklerini tamamen yitirdi. sağ elini kullanamaz oldu. fakat azmini ve metanetini hiçbir zaman yitirmedi. hakk’tan gelen her şeye “eyvallah!” diyen bir derviş ve ermiş edasıyla hareket etti. bir zamanlar sözle ve yazıyla dile getirdiği osmanlı ihtişamını, -bu hastalığından sonra ve sol elini kullanmak sûretiyle- tablolaştırmaya başladı. onun ayı zamanda mâhir bir ressam olduğunu daha sonra öğrendik.

    bizim nesle tarih şuuru aşılayan bu çağdaş müverrihe daha nice şuurlu ve ziyalı yıllar diliyor, saygılarımı ve hürmetlerimi sunuyorum.

    yazar: dursun gÜrlek, aralik 14, 2005 - yeni dünya dergisi
    (obvious 22.02.2007 17:01)


Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.