yaşam

    yaşam..
    bahşedilen tüm zevklerde bulamadım seni,
    en ıssız anımda zevkleri sorgularken buldum seni.

    onca sıhhat isteklerine anlam veremeyip,
    yaşamı yaşlanmak kabul ederken buldum seni.

    amacımın ölmek için yaşamak olduğunu fark edip,
    dev kayalar gibi tarumar olurken buldum seni.

    zerrenin tezadındayım sanıyorken kendimi,
    bir hiç olduğumu kabullenirken buldum seni.

    bitmeye mahkum olanın anlamı olmaz dedim.
    bitiyorsa eğer yaşam, vardır denilemez dedim,

    en kalın urganı boynuma takıp.
    bitişimin ızdırabını an be an yaşarken buldum seni.

    bir sahte umudu bile esirgedin benden.
    dünyayı döndüren sevgidir e bile inandıramadın.

    oysa ben; sadece toprağın düşüymüşüm.
    ve her düşün kaderidir bitiş.

    ..
    (30.09.2006 06:58)

kısa boy

    ortalamanın altında bir boya sahip olmak durumudur. böyle bir özelliğe sahip oluşun etkileri elbette kişiye göre değişir ama insanı; gerçek anlamda insan yapan ahlaki niteliklerini bir kenara koyarak ağız, burun v.s diğer uzuvların mevcudiyet ve şekline itibar eden bir neslin içinde, insani özelliklerin iyice örtbas edilip fiziksel özelliklerin öne çıkartıltığı bir zamanda çok elzem bir duruma dönüşüp büyük bir kompleks sebebi olmuştur.
    kendini kirletmekte daha üstüne olmayan insan ırkının şeklen estetik, nitelik olarak defolu olanlarının bu vasfa alay derecesinde bir bakış ve küçümseme kazandırmasıyla, gerçek insani değerlere karşı yapmış olduğu büyük bir yıkımdır da denilebilir.
    insan; manadan uzaklaşıp maddeye meyl ettikçe mutlaka insanlığından da uzaklaşmaktadır. Bu meylediş öyle büyük bir hızla olmaktadır ki sonuçları tahâyyül bile edilemiyor.
    Ve bu gidişle insan tanımı; belirli bir şekle ve kalıba sığdırılmış neseneler gibi anlamsızlaşacaktır.

    kısa boy psikolojisine bir örnek..
    '' lisenin ikinci sınıfına kadar boyum normalin çok altındaydı öyle ki neredeyse sınıftaki bayanlardan bile kısaydım.
    boyun genetikle alakası olduğunu düşünür ve kısa olan anneme çektiğim için içten içe anneme kızardım . o günler o zamanların düşüncesiyle âdeta bir kâbus gibiydiler.
    hiç unutamıyorum en sevdiğim matematik dersi başlamak üzereydi. öğretmenimiz okula yeni atanmış, oldukça asabi olduğu söylenilen ömer isminde birisiydi ve şimdi, bizdeki ilk dersine girmek üzreydi.
    o zamanlar öğretmen derse girerken kapı önünde bekleyen bir öğrenci, hoca sınıfa girerken dikkat! diye yüksek sesle nida eder ve bu sesin duyulmasının akâbinde tüm sınıf hep birden ayağa kalkardı.
    ben; üç sıralı sınıfın orta sırasının önden üçüncü masasında otururdum ve ilginçtir; değil sınıfın, neredeyse tüm okulun en uzun boylu çocuğu ile beraber oturuyordum. bu bir şansmıydı, zorunlu bir tercihmiydi anımsayamıyorum ama boyumun kısalığını ortaya koyduğu için onunla aynı masada oturmayı hiç istemezdim. Fakat bu durumu istememek benim için sadece bir lükstü çünkü; gücün güçlülerin elinde olduğu, ve bunun da en güzel bir şekilde ifade edildiği okul ortamdaydım. bu sebeple sadece kabullenmek zorundaydım ki; sene sonuna kadar da zaten hiç dile getiremedim.
    öğretmen sınıfa girmek üzereydi.. derken, yırtılırcasına nida edilen dikkat! sesini duyup tüm sınıfla beraber ayağa kalktım.
    ama hoca; daha kapıdan girer girmez tuhaf bir şeklde bana dikkat kesildi ve yerine geçinceye kadar da gözleriyle beni takip etti. öyle etkili bakışlara sahipti ki; hâla bu tür bir bakışla karşılaştığımda hep o ân gelir aklıma. mecburen gözlerimi kaçırmam gerekti.. masasına geldiğinde yerine oturmadan gözlerini iyice gözlerime odaklayıp bana yavaşça ''şist!'' diye seslendi.
    sesin muhatabı bendim! bundan emindim! ama bunun, olası sebepleri için kendime neredeyse zülme varan bir baskı yapıyor, zaten utangaç birisi olduğum için ''ben mi hocam'' bile diyemeden sağa sola çekingen ve huzursuz bir şekilde bakınıyordum.
    sonra;
    -yoksa; bu sınıfın dayısı sen mi oluyorsun? dedi.
    anlamamıştım.
    tüm sınıf gibi bende öğretmenin ne demek istediğini kavramaya çalışıyordum. ama bir yandanda muhâtabın ben olması olasılığının yüksekliği sebebiyle, şapşal durumunu düşmemek için düşünüyor gibi yapıyordum. Peki! bana neden sesleniyordu ki? neden!
    ve devam etti
    -hey sen! sana diyorum oğlum? neden ayağa kalkmıyorsun!
    hâla bende dâhil herkes sağına soluna bakınıyor ayağa kalkmayan birisini arıyordu ki nihayet en sonunda, boyumun kısalığı akıllarına geldi ve bende karar kıldılar.
    işte bu ân öylesine korkunç bir ândı ki yavru bir ceylanın, günlerdir aç gezen onlarca arslanın korkunç bakışları arasında kalmasıyla emsaldir. Akâbinde tüm sınıf hep birden, sanki bu aç arslanların ceylana saldırması tasavvuruna benzer bir şekilde kısa bir süre alelâde bakınıp muazzam bir kahkaha kopardı.
    kızlar bile!

    birsüre anlamsızca etrafa bakınıp daha fazla utanmamak için mecburen tüm sınıfın gülmelerine ortak oldum. kızaran yüzümü mümkün olduğunca gizleyerek ve anlamsızca bakınmaya devam ederek sınıfın öğretmene durumu anlatmasını bekledim. Tabi tarifsiz ve derin acılar çekerek.
    -hocam o zaten ayakta! dendi.
    evet! o dedikleri ben zaten ayaktaydı.. boyumun kısalığından dolayı ayakta olmama rağmen öğretmen beni oturuyor olarak algılamıştı. cüce değildim, sadece boyum normalden 10 cm kadar kısaydı! bu tür bir olayın yaşanması çok zordu ama yaşanmıştı.
    hocanın da bu duruma anlam verip gülmesinin* ardından; yaklaşık beş dakika kadar ara ara devam eden gülmelere ve bazı dengesiz serserilerin akıllarına geldikçe aniden ortaya savurdukları kendini aşan kahkahalarına katlanarak bu utancı içime gömdüm.
    işte matematik sevgim o anda bitmeye mahkûm oldu. ve bu olaydan sonra; her dikkat! çekilişinde bu utancı bir daha yaşamamak için tüm gücümle birden ayak parmaklarımın üzerine durarak ayağa kalktım. lisenin son yıllarında boyumun birden uzamasına rağmen, bu olayın hatıralarımdaki derin izleri sebebiyle hâla birisi bana seslendiğinde eğer masada isem, ayak parmaklarımın üzerine iyice uzanaraktan ayağa kalkıyorum. ''
    (29.09.2006 12:20)

çift karakter

    tüm insanlar için geçerli olan, olaylar karşısında; taşıdığı karakterin dışında ayrıca farklı bir karaktere özgü tavırların sergilenmesi olayıdır. çift karakterin varlığını reddeden insanlar sadece iki karakter arasında çok iyi bir sentez yapanlardır.

    bir çift karakter durumuna örnek:

    doğuşu on bir yaşlarımda başladı. o yaşın hissedişlerini tam olarak anımsamıyorum ama o yaşlarda olmam gereken yer, yani ailemin yanında olmayışım sebebiyle kendim her şeyim olmuştu. bu yıllar karakterimin dev bir kaya kütlesinin, büyük bir gürültü ile ikiye bölünmesi gibiydi. tüm bu yaşanılanların olumsuz etkileri zamanla belirecek ve "neden bir çakıl tanesi değilim de can taşıyan bir insanım?" gibi serzenişlerle dolu taş özentisinde hebâ olan yıllarıma mâlolacaktı.
    küçücüktüm.
    en ıssız anlarım en ıssız gecelerle birleşir ve ben korkardım. anne! demek ister, ama annemin yanımda olmayışla kendime seslenirdim. başımın okşanmasını ya da azarlanmayı hak ediyordum, evet! buna ihtiyacım vardı, ama babam yoktu, hiç kimsem yoktu sadece ben vardı. sessizlik ve ben. işte birisiyle paylaşmam gereken bu ânları hiçkimsenin yanımda olmayışıyla paylaştığım diğer kişi yine kendim oldu, yani benin diğer yarısı.
    ikiye bölündüm. iki ayrı karakteri aynı bedende taşıyan bir insana dönüştüm. birisi; diğer insanların beklentileriyle var olan ve şekillenen ben diğeri ise, kaynağını tamamen özünden gelen öğretilerden alan ben. gerçek ben işte buydu ya da bedenime hakimiyette daha ağırlıklı olduğu zamanlar çok olduğu için gerçek olarak onu seçmiştim.
    o diğerlerinin seveceği birisi değildi, zekası matematik gibi işler, çarpar, böler, toplar eşittir e bakardı yani olması gereken gibi sadece sebep ve sonuçlarla hareket ederdi dolayısıyla da mantık onda en hakim duyguydu. karakterlerim arasında hiçbir zaman iyi ve kötü ayrımı yapmıyor fakat memnuniyet açısından gerçek benden hayat karşısında daha dirençli olduğu için her zaman daha çok memnundum.
    diğer ben ise yaşamım boyunca tanıdığım insanların sentezinden ibaretti. bu sentezi kabullenmeye mahkûmdum. çünkü onların toplumunda yaşıyor ve yalnız olduğum için "insan toplum içinde bir arada yaşamaya mahkûmdur" fikrini kabullenmem gerekiyordu. aksi takdirde toplumun çeşitli türdeki baskı ve müeyyideleriyle hayatım zorlaşacak ve ben yalnız olduğum için hayat çekilmez bir hal alacaktı.
    dışarıya taşarken anormal bir izlenim vermeden, zamanla karakterleşmeye başlayan bu kişilikleri bir arada taşımak çok zordu. her şeye rağmen beklide buna mecbur olduklarından dolayı birbirlerini seviyorlar ve asla ayrılığa izin vermiyorlardı. bedenin yönetimi an ve olaylara göre devredilir birbirinden desteklerini hiç çekmezlerdi. fakat ben her yönüyle büyüyor, gelişiyor, genişliyordum. toplum ise adeta bu muhteşem sevgiyi yok etmeye çalışıyordu. ve bunu yirmili yaşlarımda başardı, artık bu bedenin önderi toplumun oluşturduğu ve özümden çok uzak olan diğer bendi.
    o çok beceriksizdi, kendiyle beraber beni de heba ettiğinin hiçbir zaman farkında olmadı. ikisinin sentezini yapıp bir arada tutarak yarı yarıya dan oluşan bir yönetim istedim fakat olmuyordu. çünkü toplum onu seviyor, beni kabullenemiyordu. ve bir süre sonra asıl ben hiç önemsenmez oldu. geriye, asıl benin kalıntılarıyla var olan fakat onun değerini hiç anlayamayan hatta zamanla nankörleşip reddeden diğer benle kalakaldım. sevmediğin birisi ile bu denli yakın ve buna rağmen bu denli uzak olma mecburiyetinin dayanılmaz ızdırabının anlatmak çok zor. en başında bu anlatılanların kabullenişi ve tasvip edilmesi gerekiyor ki bu da çok zor. bu halim toplumsal anlamda sorunlu denilen bir vak'âydı bu sebeple hiç dile getirilmeyip kendi içimde sürgün olmaya mahkûm edildi.
    ve ben demeyi hiçbir zaman içime sindiremediğim bu yabancının önderliğindeki hayat yolculuğum devam ediyor...
    (21.09.2006 07:50)

hayatın anlamı

    felsefi fikirlerin düşüncelerimde, yeni yeni anlam kazanmaya başladığını hatırlıyorum.
    daha o zamanlar; bir insan için ilk ve en önemli bilinmesi gereken tanımın, "hayatın anlamı" olduğunu farketmiştim.
    lakin;
    bu kabullenişle beraber, bir an önce hayata anlam bulma kaygısını duydum ve bu aceleciliğin zuhur ettirdiği bocalamalarla hayatın anlamını; ''yaşlanmak yada ölmek için yaşamak'' tan ibaret varsaydım.
    peki! gerçekten, sadece bundan mı ibaretti?
    dünyanın en anlamlı canlısının, hayatının anlamı bu kadar basit, bu kadar aciz miydi?
    insanlığa daha doğar doğmaz, karışma lüksünün kesinlikle mevzuubahis olmadığı bir ''ölüme varış'' hedefi verildiği bir gerçekti! hedefi belirgin ama rotası kişiye özel olan bu yolculuğun içeriğine; acılar, sevinçler, tarifi imkansız heyecanlar, velhasıl insana dair olabilecek birçok şey sığdırılmıştı..
    yani yaşamaya başlamıştık.
    öncelikle bu yolculuğu tamamlamak; kat'i suretle yasaklanan intihar dışında, sadece bir olması gerekendi.. tüm insanlık; kendisini hiç umursamayan bir hayatın içinde, hayatlarını devam ettirme çabası taşıyor ve bu çabayı sarfederken aslında hayatın onları hiç umursamadığını, hâyal bile edemiyordu.
    belki de sevmiyorduk hayatı!
    sevdiğimiz sadece hayatımızdı ama ikisi birbirinin içine öylesine karışmıştı ki asla bir ayrım bile yapmıyorduk.
    ama şüphesiz ayrıydılar.
    hayatla hayatlarımızın yaptığı bu dansta hayat, zaman adı altında ömürlerimizi alarak ve üstelik karşılığında; kırlaşmaya yüz tutmuş saçlar, yorgun organlar, bulanık dimağlar bırakaraktan dönüyordu. kim kimin kollarındaydı? kim kimden baskın? kim kimden kârlıydı? hiç bilemiyor, afyonlanmış bir şekilde bu dansın büyüsüne kapılmış gidiyorduk..
    anlayamıyorduk kaybımızı!
    belki de bundan duyacağımız acının ızdırabını düşünüp, bu durumu kabullenemeyeceğimiz gerçeğiyle sadece susuyorduk. hayatlarımız hayat karşısında bir mum misali günbegün eriyip tükeniyor ve geriye sona yaklaştığı için bir önceki günden daha aciz bir insan kalıyordu.
    çok korkunçtu!
    doğmakla başlayıp, yaşamla genişleyen ve nihayetinde ölümle son bulan hayatlarımız, sanki bir kurbağanın hayatından bile acizdi. hayatlarımızın ana teması yaşamak, büyümek ve ölmek üzerine kurulmuş ve biz bunlardan en itibar edilenini maalesef ölüm yapmıştık.
    bunu biz istemiş, biz seçmiştik.
    çünkü akıllı canlılar topluluğunun en akıllıları tarafından icad edilen felsefede itibar edilen başlangıc değil sondu.
    ve son ise ölümdü.
    tüm canlıların ölümleri birbirinden farklı değildi. bir kurbağa da, bir günlük ömür için doğan minik bir kelebekte hep aynı yolculuğa seyrediyor, en lüks hastanenin en lüks odasında ölen bir insanla, en ıssız bir sazlığın en ıssız köşesinde yapayalnız ölen bir kurbağanın akibeti, üfürülmüş küller gibi savrulup toprağa karışmaktan başka farklı hiçbir sona ulaşmıyordu.
    işte karşımızda; anlamını bulmak için ömrümüzü heba ettiğimiz hayatın tek adil olduğu an olan; tüm canlıları eşit bir şekilde yokedişi ve ondan sonraki bitişin eşit boşlukları kalıyordu.
    insanlık yararına tarifi imkansız eserler meydana getirmek, en iyi insanın da en iyisi olmak, hayatın anlamının bittiği ölüm anında insana hiçbir lüks sunmamış; hayat, can taşıyan tüm canlılara eşit bir son vermişti.
    ve hayatın anlamına dair geriye sadece;
    doğdum, yaşadım, yaşlandım ve öldüm kalmıştı....

    bu bir isyandı sanki.
    kadere, kazaya, dogmaya ve ondan gelen hereşeye karşı bir türlü dile getirelemeyen ama bu suskunluk sebebiyle de kaynağını heba eden bir isyan! bir reddediş!
    ''doğdum, yaşadım,yaşalandım ve öldüm'' fikrini kabullenmek, bende; çelişkilerimi yok etmesi bir yana; akli dengemi sarsacak kadar büyük çelişkilere sebep oldu. çünkü ben; her ne kadar hayata kendi aklımla bir anlam verme çabası taşıyor ve bunun sonuçlarını kabullenemiyor olsamda, bir yandan; birşeyleri gerçek anlamıyla kavrayamayacağım olasılığını düşünüp, tüm doğruların, yanlışlık ihtimaline dair bir kapıyı hep açık bırakıyordum. ve bu kapı açık kaldığı sürece, ''yaşadıklarının kaderinden olduğunu kabullenmeyen insanların, bu kabullenemeyişini düşündükce bir günlük acı çeker olması'' misali acılar çekiyordum.


    ve uzunca bir süre sustum.
    ''tüm sevdiklerime karşı hissettiğim duyguların ölüm sebebiyle birgün aniden kaybolacağı ve benim hiçbirşey yapamayacağım'' düşüncesini bile umursamadım.
    ama bu sukunluğun ortasında birgün; internette, web sayfaları arasında beyhude bir şekilde gezinirken bu konuya dair; ''ben; bir bilinmez hazineydim, bulunmaklığı istedim'' şeklindeki bir hadis-i kutsi gözüme çarptı.
    bir anda öyle heyecanlandım ki; o anki heyecanımın anlatımı için tüm kelimeler kifayetsizdirler.
    hiçbir yerde gözüme çarpmayan, hiç duymadığım bu hadis, birden bendeki tüm boşlukları dolduracağı hissini uyandırmıştı.
    ve öyle oldu. tüm soru içindeki sorularıma bile bu hadis-i kutsiden bir cevap buldum. Evet! Ben mükemmel olanı sorguluyordum, oysa gerçek olan; o mükemmelliğe kıyas sadece bir zerreden ibaret oluşumdu. yaratıcı, yarattıkları tarafından bilinmekliği murad etmişti ve bu da onun en doğal hakkıydı.. Bunun bilinmesini isterken bizlere, hayatın içinde birer hayat sunmuş, hayatı da bizlere oldukça güzel, ve yaşanılır kılmıştı. kanıtı; ölümü istemeyip, ondan korkuyor olmamızdı elbette.
    Bu, tıpkı; bir beyin emrindekilerine verdiği ve ermindekiler tarafından anlaşımı zor olan bir buyruk gibiydi.
    bu idrak ve kavrayışlarla beraber birşey daha oldu: en sevdiğim insanlara verdiğim ve önceden ''bir gün yok olacağı aşikar'' olarak tanımladığım sevgileri alıp, en sevmediğim insanlara verdim kendime hükmedemeden. ve âkabinde tüm insanları gizem dolu bir şekilde sevmeye başladım aynı sebebsizliğin anlamsızlığıyla.
    sonra;
    etrafımdaki insanlar onları sevdiğim için iyice coğaldı ve sevgileri kontrolsuz bir şekilde taşmaya başladı. sebebi de; hak edene hak ettiği değeri veren mizanımın dengesinin, hak edene hakettiği değeri fazlasıyla vererek dengesizleşmesiydi elbette. sevginin karşılığında en azından sevgi almak kesin olan birşeydi ve bu da onun olağan bir sonucuydu.
    ve zaman adı altında geçen uzunca bir sürelik ömrümün, düşüncelerimi sindiriminden sonra; öyle bir günün, öyle bir anında, öyle bir düşüncem belirdi ki; hayatın ''yaşlanmak yada ölmek için yaşamak'' olan anlamını aniden tarumar etti.
    oda şuydu;
    ben bugune değin sadece, doğan günlere hükmetmeyi istemiştim. kendime bir devin gözbebekleriyle bakmış, kimsenin halinden anlamadan, halimden anlamayanlara serzenmiştim. oysa en bariz acziyetin en âşikar aczi yine bendim. tüm çelişkilerim, yaşanılmışlarım ve bu dizeleri yazdığım şuanki yaşadığım hayatım, aslında gerçek hayatımın ilk aşamasından ibaretti. ve hayatın anlamı, sadece;

    ''ölüm denilen, gerçek bir hayata doğmak için yaşamaktı''...
    (06.09.2006 17:47)

sigara

    her gece çok geç saatlerde uyuyuşum,
    bil ki; sana olan hasretim kısa olsun diyedir
    ve
    çile dolu aciz bir ömürle kıyastır sana ulaşımım
    ama bir ömre bedeldir de ilk nefesindeki tadın

    sigaram

    paramparça olmuş hayatımın nankör tutkalı!

    bitecek ömre sabırsızlanışım, tüm meylillerimin aciz ayyukası.

    sevincimin, üzüntümün tüm dostlardan öte tek paylaşımı..
    ve tabiki

    en karizmatik duruşumun tartışmasız, yegane enstrümanı..

    sigaram
    maltepem....

    bitişiyle bir türlü bırkmak istemediğim, izmarite dayanışıyla bir nefes daha çekerek iğrenç plastik tadını, tütünün tadını özletsin diye ısrarla tüm hücrelerime kadar çektiğim ve öksürdüğüm. öksürdüğümde lanet! dediğim ve tüm bunlara rağmen bulamadığımda yine lanetlediğim.dumanından şekiller yapıp hayal dünyamla özdeşleştirdiğim, bir organ gibi sonradan bedenime iliştirdiğim,
    böyle üstüne birşeyler yazacak kadar sevdiğim şey*.
    (04.09.2006 09:00)

kelime-i tevhid

    la** ilahe illallah'dır. yani:
    gözlerimle alelade ve basitçe değil; basiretimle, idrakımla, anlayış ve kavrayışımla görüp, müşahade edip tespit ve tasdik ederim ki:
    varolan herşeyin, her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla sözkonusu olmayan tek mevcut, sadece allah'tır!
    (02.09.2006 11:04)

mecnun

    tarihte yaşanmış büyük bir aşkın erkeği..
    mecnun birgün leylanın köyüne gider ve girişte bir köpek görür.
    hemen tutup köpeğin gözlerinden öper. etrafındakiler;
    - mecnun ne yapıyorsun dellendinmi derler.
    mecnun ise,
    -o gözler leylayı gördü! der.
    (01.09.2006 08:59)

askerlik

    zeka seviyemizin geriliği sebebi ile öncelerde dört yılda ancak öğrenilebidiğimiz, sonrasında ( zeka seviyemizin yükselmeye başlayışıyla) iki yıl, onsekiz ay ve şimdide onbeş aya kadar indirilen izmarit toplama, uzun nöbetlerde uyuma, bulaşık yıkamaları öğrenme sanatıdır..
    yeni nesilin zeka potansiyeline baktığında embesil, idiot ve morenlere dahi en fazla iki ayda öğretilebilecek bu sanatı neden bu kadar uzun bir süreye yaydıklarını ve gençliğin adeta cevher olarak tanımlanan en verimli, en hareketli 1,5 yıla yakın zamanının burada heba edişlerini bir türlü kavrayamadığım, nam-ı diğer adam olma aşaması.....
    (01.09.2006 08:48)

din

    sanki etrafımızdaki ölen * sevdiklerimize bakarak ve bir gün öleceğimiz gerçeğini idrak ettiğimiz anlarımızda; bunun dayanılmaz ızdırabından ve bu ızdırapla yaşamanın zorluğundan kaçınmak için ölüm sonrası tekrar doğuş eksenli oluşturulan dogmatik inançlar bütünü.
    bu ilahi inançlar bütünü insanı diğer canlılardan farklılaştırak ayrı bir konuma yerleştiriyor. ( bir kurbağa gibi doğup,yaşayıp ölemem ben )
    tüm dinler şu anki yaşamı gerçek yaşam için bir gebelik dönemi olarak düşünür ve ölümü aslında bir doğuş olarak nitelendirir.
    (23.08.2006 18:58)

aşk

    doğarken var olmayan, zaman sürecinde toplumsal baskılar ve beklentilerle var olduğuna inandırıldığımız hatta adeta şartlandırıldığımız bir yalandır.
    karakterlere göre insanları sınırsız zahmetlere sokabilme gücüne sahip, insan ırkının isteyip, anlamsız bir şekilde uydurup var olduğuna inandırdığı bir hiçtir. hiçtir çünkü var olan bir şey yok olamaz, yok olduğu aşikarsa varlığı da şüphelidir.
    ve sahte tebessüm sebebidirde. öyle ki; insanlardan kaygısız ve umursamaz bir şekilde seyreden hayatın, bedelini hayatlarımızdan çeşitli şekillerde ve fazlası ile çıkardığını düşündüğüm an kadar kısa mutluluk yanılsamasıdır.
    (biraz daha olumlu yaklaşırsak) insanların süregelmek zorunda olduğu üremek deyiminin devamı için insanlara bahsedilmiş, evlenmek gibi ihtiyaçduyulduğu anlarda ortaya çıkan, geçici bir süre muhatap olduğun, bir sure sonra da seni terk eden ebediyet gibi bir kavramla alakasız duygudur.
    (en olumlu yaklaşırsak ) yüksekçe bir damda bulunan bir kavramdır, ona sadece özel bir merdivenle ulaşabilirsin. ilk basamağı beğeni, ikinci basamağı etkilenme, üçüncü basamağı hoşlanmak olan bir merdiven. lakin; bu basamakların öyle bir gizemi vardır ki bastığın basamaklar, bir üst basamağa çıktığın anda anında yok oluyor ve sadece üst basamağa çıkmak zorunda bırakılıyorsun. en son basamağı adımladıktan sonra ise aşk denilen kavrama ulaşmış oluyorsun ama geriye dönüp baktığında ise artık geriye dönüş için hiçbir yolun kalmadığını fark edip ya aşkla yaşamaya, ya da kendini oradan atmaya mahkum bırakılıyorsun neyse duygusal kavramlarınn asla net bir anlamı olamaz, onun için sence neyse odur..
    (23.08.2006 10:45)

hey gidi günler

    herzamanki gibi eskiye, yani geçmişe duyulan özlemleri anlatan deyimlerden birisi.
    ( yaşadıklarımızın bir daha yaşanılamayacağı gerçeği mıdır bizleri hüzne boğan? yoksa bazı şeylerin bitmiş-geçmiş-tükenmiş-yokolmuş olduğunu artık idrak ettiğimiz için midir bu tür hayıflanmalar? ne tuhaf! an mazi olduğu anda ne kadar da güzelleşiyor!)
    (22.08.2006 19:39)

sayfa:

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.