harf devrimi

    ''Dil devriminin amacı, Türk dilinin kısırlaştırılması değil, genişletilmesidir.'' (Kemal Atatürk; aktaran Baydar, Atatürk Diyor Ki, s. 97)
    SORU 23
    Dil devrimi, Türk dilini geliştirmiş veya zenginleştirmiş midir?
    Türkçe yazı dilinin dil devriminden bu yana katastrofal bir fakirleşme içine girdiği, Osmanlı Türkçesine az çok aşina olan herkesin bildiği bir gerçektir. Fakirleşmenin objektif boyutlarını nasıl saptayabiliriz?
    Sözlükler bu konuda ipucu sağlayabilir. Örneğin Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca-Türkçe Sözlük'ü, yaklaşık 60,000 madde başlığı içermektedir. Bunlar, 20.ci yüzyıl başlarında kültürlü bir Türkün kelime hazinesine dahil oldukları halde bugünkü Türkçe kullanımdan hemen hemen bütünüyle düşmüş olan sözcük ve terkiplerdir. Daha eski divan edebiyatının uç örneklerine sözlükte genellikle yer verilmemiştir; örneğin Nefi'nin bir kasidesinde, bu satırların yazarının yabancısı olduğu sekiz deyimden üçünü sözlükte bulmak mümkün olmamıştır. Ayrıca -li, -siz, -lik, -lenmek, -leşmek gibi sontakılı kelimeler ile, bayraktar, emektar gibi, Türkçe köklerden Farsça ve Arapça kurallarla türetilmiş kelimeler de sözlükte yoktur. Arapça ve Farsça dışında, örneğin Türkçe veya Rumca, İtalyanca, Slavca gibi köklerden türeyip, yazı dilinden çok konuşma diline ait olan ve bugün unutulmuş bulunan kelimelere de sözlükte rastlanmamaktadır.
    Buna karşılık Ali Püsküllüoğlu'nun Öztürkçe Sözlük'ünün 1975'te yapılan dördüncü (Türk Dil Kurumu'nun hizmetlerine son verilmesinden önceki son) baskısının içerdiği kelime sayısı 4,600'dür. Bu sayıya, sabuklama, sağgörü, sağgörülü, sağgörüsüz, sağgörüsüzlük, sağın, sağistem ve benzerleri dahildir. Sözlüğün sunuş yazısında TDK başkanı Prof. Dr. Ömer Asım Aksoy, şu hususları, gerçek bir iftihar uslubuyla okurların dikkatine sunmaktadır: dil devrimin başlatıldığı 1932'den 1970'lere kadar 6500 yeni sözcük yaratılmıştır; bunlardan "tutan" ve Türk diline malolanlar bu sözlükte yer almaktadır. Yeni türetilmiş sözcükler, Prof. Aksoy'a göre, günümüzde Türkçe genel kullanımda bulunan toplam 28,000 sözcüğün sevindirici bir oranını temsil etmektedirler.
    Devellioğlu ve Aksoy'un verilerini aynen kabul eder ve Püsküllüoğlu'nun toplamından, sözlükte gereksiz bir yer kaplayan 1,500 kadar sontakılı türevi çıkarırsak, dil devriminin sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: Türk dilinden yaklaşık 60,000 kelime atılmış, yerine
    3,100 kadar yeni kelime (atılanın % 5'i) konmuştur. Yüzyıl başında kültür dilinde bulunan 83,400 civarında kelime (60,000 atılan artı 23,400 kalan) yerine, bugünkü yazı Türkçesi en çok 26,500 kelimeye sahiptir. Bir başka deyimle, Türkçe yazı dili en az %68.2 oranında fakirleşmiştir.
    Fakirleşmenin örnekleri, özellikle soyut kavram ve sözcükler alanında son derece belirgindir. Yeni Türkçe'de kullanılan geniş kapsamlı soyut sözcüklerin hemen hemen her biri için, Osmanlıca'da, çoğu eşanlamlı olmayan, yani her biri farklı bir kavramı, nüansı veya mantıksal ilişkiyi ifade eden beş ila yirmi sözcük bulmak mümkündür. İngilizce, Almanca, Latince, Rusça veya benzeri bir kültür dilini tanıyanlar için bu ayrımların değerini kavramak güç değildir; yalnızca yeni Türkçe ile eğitim görmüş bir kimse ise, sanırız, bu konulara yabancı kalmak zorundadır.
    Gelişigüzel bir kelimeyi, örneğin bir önceki paragrafta geçen çıkarmak sözcüğünü ele alalım. Çıkarmak/çıkartmak/çıkarsamak sözcük grubuna karşılık olan Osmanlıca kelimelerin bazıları, yaklaşık İngilizce karşılıklarıyla birlikte, şunlardır: ihraç (evict), istihraç, istihlas, i'tisar (extract), azl, tard (expel, discharge), istintaç, istidlal (deduce, infer), ıskat (exclude), tarh (deduct, subtract), neşr, ısdar (issue), ifrağ, ifraz (excrete), istifrağ (vomit), istinbat (derive), hazf (delete, elide), hal' (undress, remove, dismantle), i'la, ref' (elevate). Bu listeye, daha, diş çıkarmak, hır çıkarmak, şapka çıkarmak, cıcığını çıkarmak gibi deyim şeklindeki kullanımlar dahil değildir. Birbirine iyice yakın anlamdaki karşılıklar arasında bile, türeyişten gelen nüans farkları vardır: istihraç, bir şeyi içeriden dışarı çıkarmayı; istihlas, bağlı olduğu yerden kurtarmayı; i'tisar, suyunu sıkıp çıkarmayı ima eder. İstintaçta neticeye varmak, istidlalde bir delilden yola çıkmak anlamları gizlidir. İfrağ ile istifrağ, ihraç ile istihraç arasındaki çaba ve derece farkını, İngilizce gibi olağanüstü zengin bir dil bile neredeyse ifade etmekten acizdir.
    Yeni Türkçe'deki saldırı/saldırmak deyimi, Osmanlıca'da birbirinden net bir biçimde ayrılan en az beş kavramın karşılığıdır: hücum (assault, charge), taarruz (offensive), tecavüz (violation, transgression), tasallut (molestation) ve taaddi (aggression).
    Benzer listeler, sayısız örnekte (amaç/erek, bağlı/bağımlı, belirlemek, dayanmak/dayandırmak, doğurmak, dönüşmek, gerekmek, karşılık, kaynak, sonuç, uyarlamak, uygulamak...) tekrarlanabilir. Soyut kavramlar alanında Arapçanın sağladığı olağanüstü zenginliğe karşılık, insani duyarlıklar ve betimleyici sıfatlar alanında Farsçanın dile getirdiği renkler de (perişan, mendebur, pejmürde...), üzerinde durulması gereken bir başka alandır.
    Öyle görülüyor ki Türk toplumunun son 60-70 yılda yazı dili alanında yaşadığı gerileme, örneğin müzik, mimari, şehircilik ve yemek alanlarındaki, çok yakından tanıdığımız fakirleşme ve yozlaşmadan daha
    hafif olmamıştır. Dildeki fakirleşmeyi ötekilerden bir bakıma daha korkunç ve anlaşılmaz kılan şey ise, bunun, devlet eliyle icra edilmiş ve Türk aydınlarının büyük bir kısmının şiddetli coşku ve tezahüratı arasında gerçekleşmiş bulunmasıdır.

    Sevan Nişanyan-Yanlış Cumhuriyet-23.Soru
    (05.12.2008 00:25)

harf devrimi

    ''Atatürk'ün bıraktığı rejimin en parlak yönlerinden birisi de milli dilimizdir. Dünyanın en güzel ve en zengin dili olan Türkçemiz, eski çağlarda Arap, Acem dillerinin etkisi altında kalmış, yeni uygarlık ve bilgi gelişmelerine ayak uyduramamıştı. Konuşma dilimizle yazı dilimiz arasında derin bir uçurum açılmıştı. Türk kültürü ilerliyemiyor, halk tabakaları arasına yayılamıyordu. Atatürk, 1932 yılında kurduğu Dil Kurumu ile bu ihtiyaca cevap verdi.'' (İbrahim Hakkı Konyalı, 1938)
    SORU 22
    Dil devriminin amacı, Türkçe yazı dilini konuşma diline uyarlamak mıdır?
    I.
    Cumhuriyet Halk Partisinin 1935 tarihli Programı, şu kavram ve deyimlere yer verir: "törütgen yetkiler", "irde kaynağı", "özgür ertik sahipleri", "kınavlar arasındaki uyum", "yoğaltmanlar arasında asığ kavgaları", "çıkat tecimi için kipleştirmek", "hayvan yeğritimi", "ciddiğ bir yasav", "ertik okulları", "taplamak", "yüret ve bildirge işleri", "tutaklar ile kapsıkları ayırmak", "ulusun yüksek asığı", "klas kavgası ergesi", "özel yönetgeler ve şarbaylıklar", "arsıulusal ergelerle cemiyet yapmak", "kıymetli izdeşler".
    Türkçe oldukları ileri sürülen bu ve benzeri deyimlerin Türk okuru tarafından anlaşılamayabileceği gözönünde tutularak, programa 170 kelimelik bir sözlük eklenmiştir.1 Bildiğimiz kadarıyla yeryüzünde sözlükle birlikte yayınlanan ilk ve tek siyasi parti deklarasyonu budur.
    Atatürk'ün 1934'te bir diplomatik davette yaptığı aşağıdaki konuşma da, dil devriminin Türkçeyi halk diline yaklaştırıcı katkılarına ilginç bir örnek sayılabilir:
    "Altes Ruvayal! [...] Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özençe değer değildir. Avrupanın iki ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak, baysak, önürme, uygunluk kıldacıları bulunuyorlar. Onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu."2
    II.
    Türkçenin "öz" Türkçe sözcüklere indirgendiğinde halk diline daha yaklaşacağı şeklindeki yersiz inanışa ilişkin ilk hatırlatılması gereken şey, Türkçe konuşma dilinde Orta Asya kökenli (Kemalistlerin deyi-miyle, "öz" Türkçe) kelimelerin oldukça düşük bir oran tuttuklarıdır.
    Dilin en temel 300 ila 500 kelimesi ağırlıkla Orta Asya kökenlidir. Bunlara ("yemek", "içmek", "gitmek", "gelmek" gibi) basit fiiller, ("bu", "ben", "öbür", "aşağı", "yukarı" gibi) belirsiz sıfat ve zamirlerle edatlar, ve (birden bine kadar) sayılar dahildir. Ancak spesifik herhangi bir konuya ait söz hazineleri (örneğin meslek adları, sebze, meyva ve yemek çeşitleri, nalburiye ve bakkaliye maddeleri, futbol terimleri, tamircilik ve trafik terimleri, temel hukuk ve bürokrasi deyimleri, ay ve gün isimleri, küfürler vb.), ezici çoğunlukla, Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, İngilizce gibi farklı dillerden kaynaklanırlar. Günümüz konuşma Türkçesinin iskeletini oluşturan 5000 kelimenin sadece %30 kadarı Orta Asya kökenlidir.3 Bunun da %5-10 kadarı, dil devrimi sonucu konuşma diline giren yeni kelimeler olduklarına göre, bundan altmış yıl öncesinin Türkçe konuşma dilinde Orta Asya kökenli kelimelerin ancak %20 dolayında bir oran tuttuklarını tahmin edebiliriz.
    5-6 Kasım 1994 tarihli gazete ve dergilerden rastgele topladığımız aşağıdaki deyimlerde, italik olarak dizili olanlar dışında Orta Asya kökenli sözcük yoktur:
    Dükkanın elektrik faturası, patates salatası ve palamut ızgara, modern popun ilahı, domates fiyatları, merhaba moruk, sabahleyin hava berbattı, vapur bileti, telefona hemen cevap vermedi, çikolatalı pasta, fıstık fındık parası, cesetten bazı organlar, bedava tatil, ahlaksız, hayasız adamlar, ihbar, anında devlete yapılır, şampiyonlar liginde Galatasarayın hali, bomba gibi kaset, enfes bir kitabın sahibi, milyar değil, kuruş haram, merkez partiler tabanlarını kayb-ediyorlar, hafif sarhoş sofradan kalkmışlar, dünyada felaket çanları, elektrikli sandalye, müthiş minibüs, belediyede dozerli teftiş, motorundan şasisine kadar, kalite standardı, moda dünyasının kalbi, perşembe ve cuma, hazırladığı pembe ve gri renklerdeki çamaşır modelleri, polisler tarafından adli tıbba götürüldü, müzik grupları sayesinde, kaptan köşkü, lodos, poyraz, alt tarafı sabun canım.
    Sözlüğün rastgele bir bölümünden topladığımız Türkçe konuşma diline ait aşağıdaki sözcüklerin tümü, Farsçadan alınmadır:
    çabuk, çadır, çağla, çanak, çarçur, çardak, çare, çarık, çark, çarşaf, çarşamba, çavdar, çember, çene, çengel, çengi, çeşme, çeşni, çeyrek, çınar, çıra, çile, çini, çirkef, çirkin, çoban, çuval, çünkü
    Türkçede üç temel bağlacı ifade eden tüm deyimler (ve, veya, yahut, ama, fakat, lakin) Arapça kökenlidir.
    Konuşma dilinin hali böyleyken, dil devriminin Türkçe için koyduğu hedef, bilindiği gibi, bütünüyle Orta Asya kökenli sözcüklerden oluşan bir yazı dili üretmek olmuştur. Örneğin Atatürk'ün yukarıdaki söylevinde kullandığı "Altes Ruvayal" ve "Avrupa" dışındaki tüm sözcükler "öz" Türkçedir. Besim Atalay'dan aşağıda naklettiğimiz alıntıda "öz" Türkçe
    oranı %100'dür. 5 Kasım 1994 tarihli Cumhuriyet gazetesinde başyazı ile Kemalist köşe yazarları Mustafa Ekmekçi ve İlhan Selçuk'un kullandıkları Orta Asya kökenli sözcük ortalaması, sırasıyla % 88 ve 93'tür.
    Devrim öncesi Osmanlı yazı Türkçesine gelince, aşırı ağdalı bir biçimselliğe sahip olan eski saray ve bürokrasi dili ile, 1860'lardan sonra özellikle gazete ve roman dili çerçevesinde gelişen yeni uslubu birbirinden ayırmamız gerekir. Modern Osmanlıca yazı diline örnek olarak bunlardan ikincisini esas alıp, 1860 ile 1923 yılları arasına ait gazete makalesi, siyasi beyanname ve tiyatro eseri gibi yazıları gözden geçirdiğimizde % 20 ile 40 arasında değişen oranlarda "öz" Türkçe kelimeye rastlarız.4 Mustafa Kemal'in Nutuk'ta kullandığı oldukça ağdalı Osmanlı Türkçesinde "öz" Türkçe ortalaması % 22 civarındadır.
    Anlatılanları kısaca özetlemek gerekirse:
    Orta Asya kökenli sözcüklerin Türk dilindeki oranı
    Konuşma dilinde: %30 ila %35
    Osmanlı yazı dilinde: %20 ila %40
    "Arınmış" yazı dilinde: %88 ila %100
    Bu istatistiklerden, Osmanlı yazı dilinin konuşulan Türkçeye yakın olduğu sonucunu çıkaramayız. (İki sebeple: 1. Konuşma dili için verdiğimiz sayılar kelime hazinesi, yazı dili için verdiğimiz sayılar ise kullanım sayılarıdır; toplam Osmanlı yazı leksikonu içinde "öz" Türkçe kelimelerin oranı herhalde %5'i çok geçmez. 2. Osmanlı yazı dilinin Arapça terkip ve gramer kurallarına olan eğilimi, konuşma diline yabancıdır.)
    Buna karşılık, dil devrimi sonucu oluşturulan "arındırılmış" yazı dilinin konuşulan Türkçeyle pek alakası olmadığını, bu rakamlar – eğer kanıt gerekiyorsa – yeterli açıklıkla kanıtlamaktadır.
    Yeni türetilen "öz" Türkçe terimlerin, Türkçe köklerden türedikleri için daha kolay anlaşılır oldukları şeklindeki iddia ise, inandırıcı olmaktan uzaktır. Sözgelimi, herhalde "tükmek" fiilinden türeyen "tükel" sözcüğü ile Arapça kökenli "mükemmel" sözcüğünden hangisinin Türkçe bilen biri tarafından daha kolay anlaşılacağı, sanıyoruz ki tartışma gerektirmez.
    III.
    CHP'nin 1935 programı, dil devriminin amacını "Türk dilinin ulusal, tükel bir dil haline gelmesi" olarak tanımlamaktadır. İkinci amaca anlam vermek güçtür; çünkü devrim-öncesi Türkçenin ne kadar mükemmel ve
    kıvrak bir ifade aracı olabileceğini program yazarının bilmemesine ihtimal verilemez. 20.ci yüzyılda Türkçeyi kelime zenginliği, ifade berraklığı, renklilik, kudret ve ahenk bakımlarından Atatürk kadar ustaca kullanmış bir üslupçu azdır. Nutuk, öbür sorunları ne olursa olsun, Osmanlı Türkçesinin parlak yapıtlarından biri sayılmak durumundadır. Gazi'nin Gençliğe Hitabesinden daha "mükemmel" bir Türkçenin nasıl bir şey olabileceğini kavramak kolay değildir.
    Keza, "mektup", "hasta", "ticaret", "misal", "şehir", "ihtimal" gibi herkesin bildiği kelimelerin yerine "betik", "sayrı", "tecim" vb. koymakla bir dilin nasıl mükemmelleşeceğini anlamak da mümkün olamaz.
    Nitekim dil devrimine ilişkin literatüre göz attığımızda, asıl – hatta tek – vurgulanan amacın tükellik değil ulusallık olduğunu görürüz. Örneğin Sadri Maksudi (Arsal)'ın, dil devriminin başlangıç noktasını oluşturan Türk Dili İçin kitabına Atatürk'ün yazdığı sunuş yazısına göre,
    "Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."
    Türk Dil Kurumunun kurucu üyelerinden ve dil devrimi hareketinin önde gelen temsilcilerinden Besim Atalay'a göre,
    "Dil devriminin üç amacı vardır: Birincisi, güzel dilimizi yabancı sözlerden kurtarmak, dile kendi benliğini kazandırmaktır. İkincisi, dilin öz kökünden, kendi varlığından yeni sözler türeterek dili işlemektir. Türk'e öyle bir dil vermektir ki, o dil ile bütün düşüncelerini, bütün duygularını söyleyebilsin, yabancı dillerden söz aramaya kalkışmasın. Üçüncüsü, bilgi acununa Türk soyu gibi Türk dilinin de büyüklüğünü göstermektir."5
    Sayılan amaçların ilk ikisi, "dili yabancı kökenli sözlerden arındırmak" diye özetlenebilir. Dikkat edilirse, hedef "Türk'e, bütün duygu ve düşüncelerini söyleyebileceği bir dil vermek" değildir (çünkü Türk'ün zaten öyle bir dili vardır); "bütün duygu ve düşüncelerini yabancı dillerden söz aramaksızın söyleyebileceği bir dil vermek"tir. Üçüncü amaç olarak ifade edilen sözlere ise rasyonel bir anlam yüklemek güçtür.
    Yabancı dillerden söz almanın ne gibi bir sakıncası olduğuna ilişkin bir açıklama verilmemiştir. Aynı şekilde, dil devrimine ilişkin altmış yıllık literatürü taradığımızda, yabancı sözlerin neden dilden atılması gerektiğine dair tutarlı, etraflı, rasyonel hiçbir gerekçeye rastlayamayız. Yabancı kelimelerin, ulusal dava açısından zararlı, "düşman", hatta utanç verici oldukları konusunda genel bir anlaşma vardır. Örneğin Dr. Reşit Galip'in Birinci Türk Dil Kurultayını açış konuşmasına göre, "şaşkın, şuursuz, kozmopolit bir dalaletle [...] yabancı istilasına kapılarını ardına kadar açmış" olan Türkçe'ye "asli haşmet ve azametini tekrar
    kazandırmak" gereklidir. Ruşen Eşref'e göre "dilde türemiş yabancılıklara karşı" en iyi müdafaa, taarruzdur.6 Falih Rıfkı Atay'a göre, "ulusal Türkçe gayesinden ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır."7 Prof. Nimetullah Öztürk'e göre, "milli duygu ve düşünceden yoksun olanlar dil devriminin ne olduğunu anlayamazlar."8 Ali Püsküllüoğlu'na göre dil devriminin amacı, "Türk ulusuna Türklüğünü duyurmak"tır.9 Ancak beş yazarda da, yabancı kökenli sözcükleri neden atmak gerektiğine – ya da örneğin, kelime hazinesinin %60 kadarı yabancı kökenli olan İngilizce'nin neden makbul bir dil olmadığına – ilişkin, mantık miyarına vurulabilecek türde herhangi bir açıklama bulunmaz.
    "Yabancı" olanın kötü olduğu ve dolayısıyla atılması gerektiği, ayrıca herhangi bir ispat gerektirmeyen bir aksiyom – temel veri – olarak Kemalist literatürde varsayılmıştır.
    Yabancı düşmanlığı, bilindiği gibi, insan toplumlarının yabancısı olduğu bir hadise değildir: günümüzde en uygar toplumlarda bile bu ilkel içgüdünün yer yer taraftar kazandığı görülmektedir. Öte yandan, "yabancı" olanı dilden (ve sanayiden, tarihten, eğitim sisteminden, devlet memuriyetinden, toplumsal yapıdan) temizlenmesi gereken bir pislik olarak kavrayan mutaassıp zihniyet ile, kullandığı deyimin Arap, Fars, Rum yahut Frenk kökenli olduğuna bakmaksızın derdini ifade etmeyi yeğleyen geleneksel Türk ve Osmanlı pragmatizmini kıyaslamak, öğretici olabilir.

    Sevan Nişanyan-Yanlış Cumhuriyet-22.soru
    (05.12.2008 00:24)

harf devrimi

    ''Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır bırakan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak latin esasından alınan Türk alfabesidir.'' (Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler I, s. 359)
    ''Harf devrimi Mustafa Kemal'in en büyük zaferidir. Çünkü, dediğim gibi, harf devrimi yapılmadıkça okuma yazma oranını artırmak, düşünme alışkanlığını yaygınlaştırmak, kısacası aydınlanmayı başlatmak olanaksızdı.'' (Prof. Dr. Cem Eroğul, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, s. 202)
    SORU 20
    Harf devrimi, Türkiye'de okuryazarlığın yaygınlaşmasını sağlamış mıdır?
    1920'lerden bu yana Türkiye'de okuryazarlık oranının artmış olduğu doğrudur. Ancak artışı etkileyen faktörler o kadar çok ve çeşitlidir ki, Latin alfabesinin kabulünün bu sonuçta oynadığı rolü kestiremeyiz. Çeşitli dönemlerde uygulanan okuma-yazma kampanyalarının yanısıra, örneğin mecburi ilköğretim, mecburi askerlik, köylere yol ve okul yapılması, gelişen para ekonomisi, artan sosyal hareketlilik gibi faktörler bu çerçevede sayılabilir.
    Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3'ünü (1927'de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2'sini) bulmuştur.1 Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2'si ve 1960'ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1'idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan faktörün harf devrimi olmadığını düşündürmektedir.2
    Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.3
    Devrimin gerekçeleri
    Arap alfabesinin Türkçe'nin yapısına uymadığı, dolayısıyla sistematik
    bir imlanın oluşmasına imkân vermediği ve okuma-yazmayı zorlaştırdığı görüşüne 1860'lardan itibaren rastlanır. 1863'te ünlü Azerbaycanlı yenilenmeci Feth Ali Ahundzade Osmanlı yazısında köklü bir reform projesini sadrazam Fuad Paşa'ya sunmuş, birkaç yıl sonra yine Ahundzade, bu kez Latin alfabesinin kabulü yönünde daha radikal bir öneriyi ortaya atmıştır. Aynı yıllarda, modern Türk eğitim sisteminin kurucularından Münif Paşa Arap alfabesine dayalı bir ayrık yazı (huruf-u munfasıla) sisteminin benimsenmesini savunmuştur.4
    1879'de Latin ve Yunan bazlı Arnavut alfabesini geliştiren Şemseddin Sami Bey, benzeri bir reformun Türkçe'ye de uygulanmasını önermiş; Arnavutların 1908'de tamamen Latin yazısına dayalı bir alfabeyi kabul etmeleri de, Meşrutiyet döneminin Türk reformcu çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında orduda Enver Paşanın önayak olduğu bir ayrık yazı sistemi benimsenirken, yine aynı yıllarda Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması yönünde çeşitli önerilere tanık olunmuştur.
    Rum veya Ermeni yazısıyla basılı Türkçe kitapların, 19.cu yüzyıl sonlarında gayrımüslim Anadolu halkı arasında kazandığı yaygın okuyucu kitlesi de yazı reformu tartışmalarına hız veren bir unsur olmuştur.
    Gerek ayrık yazı gerek Latin alfabesi savunucularının ısrarla üzerinde durdukları nokta, "harflerimizin ve imlamızın bitmez tükenmez zorlukları" ile, harf ıslahatının "medenileşmeyi" mucizevi bir şekilde hızlandıracağı inancıdır.
    Gerekçenin geçerliği
    Eski yazının zorluklarına dair objektif ve kıyaslamalı bir değerlendirme, yazı reformcularının bu konudaki engin heyecanını paylaşmayı güçleştirmektedir.
    Eski yazı: Arap yazısı alfabesel bir sistemdir. Yani her harf – tıpkı Latin ve Yunan alfabelerindeki gibi – prensip olarak bir tek sesi ifade eder. Türkçe'de kullanılan biçimiyle alfabenin 31 harfi ve bellibaşlı 7-8 düzeltme işareti vardır. Bunları ezberlemenin, 29 harf ve bir düzeltme işareti içeren yeni Türk alfabesini ezberlemekten çok daha zor olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Arap yazısındaki bazı harflerin sözcük başında, ortasında ve sonunda farklı biçimler almalarına karşılık, yeni yazıda da – Arap yazısında olmayan – küçük ve büyük harf ayrımı vardır.
    Asıl zorluk üç noktadan kaynaklanır. İlk önce, Arap dilinin özelliklerine göre oluşmuş olan alfabenin, Türkçenin bazı ses ve nüanslarını ifade etmekte zorlandığı bir gerçektir. Bellibaşlı zorluklar, dört ayrı değeri olan vav (v, u, ü, o), dört ayrı değeri olan kef (k, g, ğ, -in)
    ve iki ayrı değeri olan ye (i, y) harflerinden doğar. Türkçe'ye özgü 'ı' sesine tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Arapça'da farklı sesleri ifade eden bazı harfler ise, Türkçe'de tek sese (ze, zal, za, zad, 'z'ye; se, sin, sad, 's'ye; ha, hı, he – İstanbul lehçesinde – bir tek 'h'ye) indirgenmiştir. Arapça kökenli kelimelerde rastlanan 'ayn harfi, Türkçe'de karşılığı olmadığı için, imlada belirsizlik yaratabilmektedir. Öbür harflerin telaffuzunda önemli bir sorun yoktur.
    İkinci zorluk, Arap yazısında bazı sesli harfleri yazmama veya düzeltme işaretleriyle (hereke) belirtme usulüdür. Arap diline mükemmelen uyan bu özellik, Türkçe'de okumayı zorlaştırmakta, buna karşılık yazı yazmayı, Latin alfabesiyle karşılaştırılmayacak ölçüde kolaylaştırmaktadır.
    Nihayet, Arap yazısında çoğu harfin birbirine bağlı olarak yazılması usulü de, yazmayı kolaylaştırıp okumayı zorlaştıran başka bir unsurdur.
    İngilizce: Arap alfabesinin Türkçe'nin bazı özelliklerine uymadığına dikkat çekilirken, aynı durumun çok daha şiddetli boyutlarda, Latin alfabesi ile örneğin Fransız ve İngiliz dilleri arasındaki ilişki için de geçerli olduğuna değinilmesi gerekir.
    Örnek olarak İngilizce'yi alalım. Bu dile özgü 22 veya 24 farklı sesli ve çift-sesliyi (vowels and diphthongs), Latin yazısındaki beş-altı harfle ifade etme çabasının nasıl içinden çıkılmaz bir imla kargaşası yarattığını, İngilizce öğrenmeye çalışanlar pek iyi bilirler. Klasik örnek, I, eye, aye, by, buy, bye, lie, right, write, rite, rhyme, Rhine, Thai, rind, isle örneklerindeki gibi, bir düzineden fazla farklı yazılışa sahip olan 'ay' sesidir. Benzer listeler, 'ey', 'ou', 'au' vb. sesleri için de verilebilir. Her, war, law, well sözcüklerinde rastlanan İngilizce seslilere ise, Latin alfabesinin geleneksel fonetik değerleriyle yaklaşmak bile mümkün değildir.
    Sessiz harflerde de durum farklı değildir. Örneğin 'k' sesi, yerine göre k, c, ck, ch, cq, cc, q veya kh şeklinde yazılabilir. C harfi, e veya i'den önce gelirse genellikle 's' okunursa da istisnaen 'k' (Celt) veya 'ş' (racial) okunabilir. Ch bileşiği çoğu zaman 'ç' okunmakla beraber, bazen 'k' (character), 'ş' (charade), hatta 'kh' (loch) değerlerini alabilir. Çift c, yerine göre 'k' (occur) veya 'ks' (access) sesini verir. Q harfini muhakkak u izlediği söylenirse de, yabancı kökenli sözcüklerde bu kural uygulanmayabilir (Qatar); ayrıca qu bileşiği, duruma göre 'kyu' (queue), 'ku' (queer) veya sadece 'k' (conquer) sesini belirtebilir.
    İngilizce yazımı sistemleştirme, hatta yeni bir fonetik alfabe oluşturma yönünde fikirler, özellikle Amerika'da, 19. yüzyıl sonlarında ortaya atılmışsa da, bu tür çabalar genellikle "kaçıklık" olarak değerlendirilmiş ve rağbet görmemiştir.
    Buna rağmen, İngilizce konuşulan ülkelerin birçoğunda yüzde yüze
    yaklaşan okuryazarlık oranlarına ulaşıldığı bilinmektedir.
    Japonca: Japon dili, 10.cu yüzyıldan bu yana, birbirinden farklı üç yazı sistemini bir arada kullanagelmiştir. Bunların en eskisi olan Çin resim-yazısı, bildiğimiz anlamda bir alfabe değildir. Her biri en az bir ve en çok yirmiüç fırça darbesinden oluşan karakterler (kanji), yerine göre Çince'den alınmış bir sözcüğü (Türkçe'deki Arapça ve Farsça deyimler gibi) veya anlamca buna yakın Japonca bir deyimi veya telaffuzu Çince sözcüğe benzeyen fakat anlamca ilgisiz bir Japonca heceyi ifade ederler. Üç yorumdan hangisinin geçerli olduğu, metinden anlaşılır. Japonca takı ve ekler ayrıca yazılır. Yakın dönemde yürürlüğe konan eğitim reformuyla, her Japon'un öğrenmesi gereken kanji adedi 1950 ile sınırlandırılmıştır. Yüksek öğrenim görmüş bir Japon'un kullandığı kanji sayısı 3-4,000 civarındadır; Japon dilinde teorik olarak mevcut kanji sayısının ise 40,000 kadar olduğu söylenmektedir.
    Ortaçağdan bu yana kullanımda olan hiragama yazısı, Japon dilinin hecelerini fonetik olarak ifade eden 48 harften oluşur ve kanji ile birlikte kullanılır. Japonca'yı sadece hiragama kullanarak yazmak mümkünse de, uygulamada cahillik sayılır. (Eski devirde kanji erkeklerin, hiragama ise sadece kadınların kullandığı bir yazı sistemi idi.) Yine 50 civarında işaretten oluşan katakama yazısı teknik terimleri, yabancı deyimleri ve anlamsız sesleri fonetik olarak ifade etmeye yarar.
    Yazıyı sadeleştirmeye yönelik bazı reformlar, eğitim bakanlığı tarafından 1950'lerde yürürlüğe konmuş; bu arada, eskiye oranla biraz daha çok hiragama kullanımı teşvik edilmiştir.
    Japonya'da okuryazarlık oranı halen yüzde yüz düzeyindedir. Ayrıca Japon dilinin Latin alfabesiyle yazılı şekli ilkokullarda zorunlu ders olarak okutulduğundan, Latin alfabesi bilgisi de genç kuşaklarda yüzde yüz dolayında bulunmaktadır.
    Başka gerekçeler
    Meşrutiyet aydınlarını yazı reformu düşüncesine sevkeden unsurları şöyle özetleyebiliriz:
    1. Alfabeyi kolaylaştırmakla cehaletin ortadan kalkacağı inancı.5
    2. Şarklılık kompleksi, ve şarklılığın görünür bazı belirtilerini ("eciş bücüş yazı", fes, sultan vb.) terketmekle kültürel değişimin sağlanabileceği hayali.
    3. 1910'lardan sonra, müfrit Türk milliyetçiliğiyle birlikte ortaya çıkan Arap düşmanlığı.
    Ancak asıl hareket noktaları bunlar olsa da, 1928 devrimini oluşturan tedbirler bütününü bu kadar masum gerekçelerle açıklamak zordur. Yazı reformunun okuryazarlığa etkisini, sembolik-ulusal değerini vb. bir an
    için kabul etsek bile, bu amaçları elde etmek için a) ilköğretimde yeni yazıyı esas almak, b) resmi yazışmalarda yeni yazı kullanımını zorunlu kılmak, ve c) yayıncılıkta yeni yazı kullanımını devlet eliyle teşvik etmek hiç şüphesiz yeterli olurdu.
    Oysa 1928 Harf Kanunu, bunlarla yetinmemiştir. Kanunun 4.cü maddesi, kanunun yayın tarihinden iki hafta sonra başlamak üzere eski yazıyla her türlü gazete ve mecmua yayınını yasaklamakta; 5.ci madde ise, ertesi yıl itibariyle, eski yazıyla kitap basılmasını suç haline getirmektedir. Daha radikali, 9.cu maddedir:
    "Bütün mekteplerin Türkçe tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur."
    Bunun anlamı, eski yazı bilgisinin toplumdan silinmesidir. Devrim projesinin başarıya ulaşması halinde, ülkenin 900 yıllık kültür birikimini okumak ve yorumlamak imkânının yokedilmesi öngörülmüştür. 1929'da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır. 1930'da imam-hatip okullarının ve 1933'te İstanbul Darülfünununa bağlı İlahiyat Fakültesinin kapatılmasından sonra, Türkiye'de yaklaşık yirmi yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Sadece İstanbul Edebiyat Fakültesi ve Ankara DTC okulunda Arapça ve Farsça kürsüleri bulunmaya devam etmişse de, bu kürsülerde ders alan öğrenci sayısı hiçbir zaman üç-beşi aşmamıştır.
    İlk Çin imparatorluk hanedanının kurucusu Shih Huang Ti'nin (MÖ 221-210), kurduğu devlet düzeninin sorgulanacağı korkusuyla, ülkesinde geçmişte yazılmış tüm kitapların yakılmasını emredişinden bu yana geçen ikibinikiyüz yılda, devlet eliyle girişilmiş bu boyutta bir kültür katliamına yeryüzünün herhangi bir yerinde rastlamak mümkün değildir.
    Notlar
    1.
    1927'de Türkiye'de okuryazarlık oranını %8.1 olarak veren sayım rakamları doğrulanmaya muhtaçtır. 1895 yılına ait Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli'nde 5-10 yaş kız ve erkek İslam çocuk nüfusunun %57'si ilkokul öğrencisi gözükür (Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi; ayrıca bak. Soru 26). Aynı düzey eğer 1914'e kadar korunmuşsa, 1927'de 20-42 yaş kuşağı Türk nüfusunun aşağı yukarı yarısının az çok ilkokul eğitimi görmüş, dolayısıyla eski yazıyla okuryazar olması gerekir. Bu da, 1914'ten sonra eğitim sisteminin iflas etmesi ve savaş telefatı gibi etkenler hesaba katılsa bile, toplam nüfusta en az %30 civarında okuryazarlık demektir. Dolayısıyla ya Osmanlı istatistiklerinin, ya 1927 sayımının gerçekleri tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.
    2.
    Resmi sayımlara göre nüfus ve okuryazar sayıları şöyledir:
    Nüfus (bin) Okuryazar (bin)
    1927 13,650 1,106
    1935 16,157 2,453
    1960 27,755 8,901
    1970 35,605 16,455
    İki zaman noktası arasında okuryazar oranının "kaç kat arttığı", anlamlı bir istatistik olmaktan uzaktır. Önemli olan, toplumda okuma-yazma bilmeyen insanların ne kadarının, belirli bir dönemde, okuma-yazma öğrenme ihtiyacını duymuş veya imkânını bulmuş olduklarıdır. Yukarıdaki sayılara göre (ölüm ve muhaceret faktörlerini hesaba katmazsak) 1927'de okuma-yazma bilmeyen 11,544,000 kişiden 1,347,000'i, bunu izleyen sekiz yılda okuma-yazma öğrenmişlerdir.
    Normal zekâya sahip insanlar azami üç ayda okuma-yazma öğrendiklerine ve aşağı yukarı her köyde okuryazar birkaç kişi 1920'lerde bile bulunacağına göre, okuryazarlık artışı bir imkân ve organizasyon (arz) sorunundan çok bir istek ve ihtiyaç (talep) sorunu olarak görünmektedir. Dolayısıyla, 1928'i izleyen alfabe seferberliğinin uğradığı başarısızlık, "kadro yetersizliği, olanak yokluğu" vb. gerekçelerle açıklanamaz. Anlaşılan memlekette 1928 itibariyle okuryazarlık isteği ve ihtiyacı yaygın değildir.
    3.
    1908-1914 döneminde Türkçe İstanbul basınının günlük tirajının – kesin rakamlar bilinmemekle beraber – 100,000'in epeyce üzerinde olduğu anlaşılıyor; ayrıca dönemin taşra basını da son derece canlıdır. İstanbul ve Ankara'da yayınlanan Türkçe gazetelerin toplam tirajı 1925'te 40,000'e (bin kişide 3.2), 1928 sonunda 19,700'e (bin kişide 1.4) düşecek ve 1940'ların sonuna kadar, mutlak sayıdaki tedrici artışa rağmen, binde 4-5 düzeyini aşamayacaktır.
    4.
    Ayrıntılı bilgi için bak. Ülkütaşır, Atatürk ve Harf Devrimi.
    5.
    1928'de başlatılan alfabe seferberliğinde halkın tamamını bir-iki yılda okuryazar hale getirmenin hedeflendiği anlaşılıyor. Reisicumhurun 1929 sonbaharından itibaren 8-9 ay süreyle kamu işlerinden uzaklaşıp adeta inzivaya çekilmesinde, olağanüstü bir enerjiyle benimsemiş olduğu bu projenin uğradığı başarısızlığın da bir rolü olabilir.

    Sevan Nişanyan-Yanlış Cumhuriyet-20.Soru
    (05.12.2008 00:23)

tarhuncu ahmet paşa

    bazı yerlerde ismi tarhunca ahmet paşa diye geçen 4.Mehmed devri sadrazamı. Mali alanda ilk ıslahatı yapandır. Tarhunca Ahmet Paşa iffeti, doğruluğu ile tanınmış olup icraatinde hiç hâtıra ve gönüle bakmadığından bütçeyi dengelemek gayretiyle çok düşman kazanmış, valide sultanın tekliflerini bile reddetmiş ve bu yüzden hayatını kaybetmiştir.
    Tarhun ise sert ve acımsı bir tadı olan ortadoğu kökenli bir ottur ve eskiden türk mutfağında çok kullanılan bu bitki geçen zaman içinde unutulmaya başlanmıştır.
    Bendenizin bu isim konusundaki düşüncesi ise paşanın bütçeyi dengelemek adına giriştiği işlerdeki sertliği, kendisinin sert bir tada sahip olan tarhun'dan hareketle tarhunca ismiyle çağrılmasına sebep olmuş olabilir.
    (01.12.2008 22:45)

kapı kapatmayı bilmeyen insan

deniz feneri derneği

    haber7 sıradışı programında, turgay güler'in deyimiyle:
    ''siz hiç nijer diye bir ülke duydunuz mu? ya da nijer'e nasıl gidilir bilirmisiniz?
    nijer'e gitmek için öncelikle oradaki bulaşıcı hastalıklara karşı aşılar vurulur önleminizi alırsınız. sonra fransa'ya gider oradan da nijer'e uçarsınız.
    9 saat sürer yolculuk.
    nijer'e gidenler anlatıyor: dünyanın en fakir ülkelerinden biri, nüfusu 13 milyon. buradaki gibi yollar yok orada. otobanları bildiğin toprak yol girişinde de iki asker ipi kaldırıyor parayı verince indiriyor öyle geçiliyor.''
    bir grup yardımsever oraya giderler, etraf toz toprak. sıkılırlar bir süre sonra kendilerini gezdiren kişiye derler ki efendim şehrin merkezine gidelim artık bu kadar uzakta kaldığımız yeter. rehber de onlara eski püskü bir binayı gösterir efendim işte meclis binamız, şehir merkezi burası zaten der.
    ülke kuraklıktan kırılıyor. şiddetli bir susuzluk var. ancak ne kadar ironik bir durum ki yerin altında 27 milyon metreküp su rezervi bulunmakta. kendileri pompaları olmadığı için ya da avrupalı yardım kuruluşları yapmadığından suya ulaşamıyorlar belki de bilmiyorlar bile su olduğunu.
    salatalığın kilosu 7 euro, oradaki en zengin bir kişinin cebindeki para ise 20-30 euro. insanlar darı ile besleniyorlar. hani bizim kuşları beslediğimiz yem ile.
    ülkenin bir uçağı 220 doktoru 1 tane de hastanesi var.
    işte deniz feneri derneği bu ülkeye ulaşıyor. normalde yardım yapılırken kişinin fakir olup olmadığı araştırılır ancak ne kadar fakir bir ülke olduğu bilindiğinden dernek çalışanlarına araştırmakla vakit kaybetmeyip kapıyı çalıp yardımı bırakmaları söylenir.
    dernek görevlileri ülkenin en doğusundaki bir şehre giderler gittiklerinde ise müthiş bir kalabalık karşılar nedeni sorulduğunda ise oraya daha önce sadece kral hassan'ın uçakla geldiği ondan sonra ilk kez bir uçağın şehre indiği halkın ise uçak görmek için oraya toplandığı söylenir.
    değişik bir ülke, zamanında kabileler arasında yaşanan bir kavgada osmanlı devletinin yolladığı elçiler aralarını bulmuş. halkın da müthiş sevgisini kazanmışlar bu sebepten hala çocuklarına istanbul diye isim vermişler. hala da istanbul isimli çocuklar var.
    dernek hiçbirşeyin yetişemediği o topraklara pompa yerleştiriyor ve 7 metreden su çıkartıyor.
    7 metre çok düşük bir rakam adapazarı ovası ile aynıdır. çıkarılan su ile bahçeler toprak sulanıyor ve inanılmaz bir verim elde ediliyor, insanlara çalışma ortamı sağlanıyor ve takas edilecek ürünler ortaya çıkıyor çünkü para çok kullanılmıyor orada. insanlara büyükbaş hayvanlar dağıtılıyor. gerekli konularda da yardım esirgenmiyor.
    nijer'de farklı bir hastalık var. kadınlar doğum sonrasında idrar yollarında ki bi rrahatsızlıktan dolayı kötü bir rahatsızlık çekiyor ve kötü bir koku oluşuyor. çocuk içerideyken anne dışarı çıkmak zorunda kalıyor. bu da önemli bir sosyal sorun.
    bu ve bunun gibi sorunlar için bir sağlık merkezi oluşturuluyor.
    deniz fener derneği nijer'e her gittiklerinde bir şekilde türk bayrağını getirirken ülkeden içeri sokamıyorlar. orada yaşayan insanlar bu yardımları unutmadığından kendi elleriyle türk bayrağı dikip göndere çekiyor.
    bayrağın ne kadar doğal olduğu şeklinden belli.

    bu dernek endonezya'da yardım yaparken insanlara mikrofon tuttuklarında ''benim ülkeme selam olsun'' diye türkiye'ye selam yolluyorlardı.

    deniz feneri 2005 yılından beri bm'in düzenlediği sivil toplum kuruluşları toplantılarının hepsine katıldı. oraya katılanlar daha önce ne yaptıklarını anlatıp bundan sonra ne yapacaklarını konuşurlar. deniz feneri de böyle yaptı. yardım yerlerine ne kadar çabuk ve yüklü yardım yapıldığını anlattı .
    deniz fenerinin yaptığı yardımlar öyle çabuktu ki oralardaki insanlar türkleri avrupalılarla karşılaştırdılar ve onlara türklerin yardımlarını başlayıp bitirdiğini kendilerinin niçin hala proje aşamasında olduğunu sorar oldular. yapılan yardımları türklerin yardımlarıyla karşılaştırıp sorgulamaya başladılar. bu avrupalılar için ciddi bir sorun.
    deniz feneri bir kaç yıldır hakikaten çok çok fazla büyüdü ve dünya çapında her krizde yardıma koştu. hükümet de yardımı hiç esirgemedi. uçaksa uçak neye ihtiyaç varsa yardımcısı oldu. yapılan yardımlar resmen madur ülkelerdeki insanların kafasında yardımsever bir türk imajı oluşturdu. anadolunun ne kadar yardımsever olduğunun bir temsilcisi oldu bu dernek.
    bu tabi ki de diğer avrupalı yardım kuruluşlarının da dikkatini çekti. ''nereden çıktı bu türkler'' sorularına sebep oldu. canları sıkıldı.

    peki deniz feneri derneğinin hatası nedir?. almanya'daki yardımlar ile yapılan keyfi yatırımlar oldu. bu öyle pek de küçük bir hata değil ancak bunun dışında deniz feneri derneğinin asıl en büyük hatası sadece kendi zihniyetinden insanlarla çalışması ulusalcılarla çalışmamasıdır. bu zihniyet de ak parti ile aynı zihniyet. dünya çapında her yere yardıma koşan bu kadar büyüyen bir kurumun daha böyle olaylar olmadan önce bunu öngörmesi, herkese kapısının açık olduğunu bildirmesi ya da bunları yapamasa da önlemini alması gerekirdi. hem böylece kuru ideoloji uğruna insanlarınyardım etme isteğine köstek olunmazdı.
    bu dernek güneydoğuda müthiş yardımlar yaptı. polislerin gündüz giremediği yerlerde gece koşturdu. neden? çünkü kürtçüsü bile biliyordu bu dernek yardım için oradaydı, o dernek görevlilerine söylüyordu ''bakın şurada mayın var oradan geçmeyin''. akp de o yüzden güneydoğu da bu kadar oy alabildi. bu oy miktarını gören ulusalcı kesim de sonuçta bu iş ak partiye yaradığından yapılan yardımları önemsemeyip bunu durdurmanın yolunu aradılar. bu duruma engel olmanın en iyi yolu bir karşı dernek kurmaktı. ancak millet tabi ki de kendisine ''göbeğini kaşıyan bidon kafalı adam'' diyenlere para falan vermezdi. bu yüzden derneğe direk saldırmak gerekirdi. aydın doğan'ın ise kişisel sebepler için bunun üzerine gittiği zaten belli.
    tüm bunların sonucu olarak da 2007 yılından beri bekletilen bir soruşturmanın bu yıl tam da ramazanın ilk günü almanya'da davası açıldı ya da onun gibi birşey oldu. almanya bu durumdan evrensel olarak da değil kişisel olarak rahatsız çünkü sonuçta almanya'da üretilen para yurtdışına çıkıyor. zaten bu sebeple de böyle yardım derneklerinin kontrollerini çok sıkı yapıyorlar. dernek yöneticileri de bu sıkı denetlemeleri aşmak için kişisel hesapları kullanırlar. bu alman hukukuna göre suç teşkil ediyor. bağımsız alman yargısı da mahkeme sanıklardan mehmet gürhan’a 5 yıl 10 ay, mehmet taşkan’a 2 yıl 9 ay ve firdevsi ermiş’e 1 yıl 10 ay hapis cezası verdi.
    (17.09.2008 17:41)

anime

    hareketli anlardaki çizimlerin normal film akışı sırasındakinden daha çok detay içerdiği japon kültür aracı. japonca seslendirmeleri harika ötesidir ki bu işi yapan insanlar toplumda da saygı görürler. fiziki yetersizlikler çoğu zaman kahramanlarımızı kısıtlayamaz. çok farklı bir zaman dilimi içeerirler ki aynı anda insanlar telsizle görüşürken hiçbir taşıma aracı bulunmayıp şehirler arası yolları yürüyerek teperler (bkz: naruto)
    (30.05.2008 22:41)

kemalist

    atatürk'ün yolunda gittiğini düşünen arkadaşlar için kullanılır.Bazıları ise atatürk'ü eleştirmenin ''impossibilite''si yüzünden, ya da atatürk'ün kemiklerini sızlatmamak için günümüz kemalistlerinden bahsederken aynı anlamı taşıyan ''ulusalcı'' kelimesini kullanır.
    (23.04.2008 17:14)

23 nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramı

    Zannımca ''tek'' olmayan bayram.Japonya'da bahar aylarında kız ve erkek çocuklar için ayrı günlerde bayramvari günler kutlanıyor.Erkek çocukların bayramında, çocuklara erkeksi cesaret kazandırmak adına, eski kahramanlar övülüp her taraf mavi *bayraklarla süslenir, kızların bayramında kırmızı * bayraklarla donatılıp, kelebekli çiçekli resimler asılıp alımlı olmak övülüyor.
    (23.04.2008 17:07)

âdâb-ı muâşeret

    dogunun ''adalet'' anlayışından uzaklaşıp batının ''özgürlük'' anlayışını ön plana koymaya meyleden halkımızda genç kuşaklar tarafından hor görülen hareketler bütünü.herkes ben özgürüm istediğim gibi hareket ederim deyince adab dı muaşeret di dinlemiyor tabi.böyle diyenler de az olmadığı için kişi adabı muaşeret çerçevesinden hakettiği karşılığı alamıyor ve huzursuz edişlerini umursamazca yaşamaya devam ediyor.halbuki adab-ı muaşeret değil mi şu hayatı daha yaşanılır kılan?
    (14.04.2008 16:24)

age of empires 2

    harika bir oyun olmasına karşın istanbul'un fethini açık unutulmuş ufak bir kapıya dayandıran bilgisaayar oyunu.history bölümünün the turks başlığı altına yazamayıp gunpowder(barut)başlığında, çağı değiştiren istanbul'un fethi olayının bir sonucu olan feodalitenin yıkılmasını anlatırken şu cümle kullanılmaktadır:
    ''altough the proximate cause of fall of the constantinople was a small gate being left open, the bombardment would have eventually made a direct assault possible.''

    ek:elbette ki istanbul'un fethinde açık bırakılan kapı olayını (yalan olduğunu da inanarak) biliyorum.amacım türkiye'de bu iddiayı ortaya atanların kimlerden feyz aldığını belirtmek.
    (12.04.2008 15:20)

tuvalet

    def'i hacet mekanı.
    (12.04.2008 12:54)

hatake kakashi

    tek gözü zamanı eğip büken sharingan özelliğine sahiptir ve maskesini ağzıyla birlikte o gözünün üstünde taşır.kendi söylediğine göre sasuke'yi en iyi anlayanlardandır çünkü kendisi de tüm sevdiklerini kaybetmiştir.naruto nasıl kurbağa cinsini kullanırsa kakashi de köpek cinsini kullanır.hocası hokagelerden biriydi sanırım.
    (31.03.2008 22:00)

elveda rumeli

    -cık, -cik eklerinin fazla kullanıldığı dizi.kızan, kızancık, o ka gibi farklı kelimler de var.
    (31.03.2008 21:04)

expo 2015 izmir

    21 oy farkla milano'ya kaptırılmış fuarın burda olsaydı alacağı isim.yasal olarak açıklanmasını beklemeye tahammül edemeyenler olsa gerek sayımların bitimine çok az kala müjde verircesine izmir'e haber verilmesiyle yalan yere kıraç konseri yaptırmış.en son ntv'de izmirdekilerin yalan haber sebebiyle hala sevinçten zıplarken spiker arkadan olayın farkında olmadıklarını belirtiyordu.
    (31.03.2008 20:45)

sayfa: 1-2-3...-12

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.