son beğenilen tanımları genel istatistikler
akşam yemeği hazırlanmış, sofra kurulmuştu. bekliyorduk. babaannem pencereden dışarı bakıyordu. " gelir " dedi annem. " en sevdiği yemekleri yaptım. " neşeli görünüyordu neredeyse; saçlarını örüp toplamış, temiz bir ev elbisesi giymişti. ardında leylak kokusunu bırakıyordu. saat dokuza geldiğinde hepimiz umudu kesip, sofraya oturduk; karnı yarık, zeytinyağında sarmısakla kızartılmış yeşil biber, pilav. bütün gün uğraşmasına rağmen annem yemiyordu. masadan kalkıp tavayla tencereyi yıkamaya girişti. yer sofrasının etrafında kardeşlerim ve babannemden başka kimse yok, babamın tabağı ise öylece duruyordu. biz yemeğimizi yiyip, tabaklarımızı mutafa taşıdık. kardeşim ve annem bulaşık yıkarken ödevimi yapmaya koyuldum, ortaokula gidiyordum. babamın eve gelmediği akşamlar pek çoktu, ama o akşam bir terslik vardı. soluduğumuz havada hissediyorduk bunu. " anne yapma " dedi kardeşim. başımı kitaptan kaldırıp annemin sessizce ağladığını gördüm. kızarmış, yorgun ellerini kuruladıktan sonra çabuk adımlarla oturma odasından geçip yatak odasına girdi. kardeşim bulaşığı bitirip kitaplarını masaya getirdi. kendimizi kötü hissediyor, ödevlerimizi yapmakta zorlanıyorduk. nasıl zorlanmazdım? annemin ağladığını bile duyamıyordum, ama ev farkındaydı göz yaşlarının; ayaklarının üzerine bastığı döşemeler, mobilyalar, eski ve cana yakın soba, tencereler ve tavalar, lavabonun üzerinde duran ıslak havlu. hepsi biliyordu ağladığını. " annenin yanına git, " dedi babaannem bana. gittim. başı yastıkta yatıyordu öylece. İki ıslak kuşu andıran gözlerini tavana dikmiş. " yalan söylüyor, " dedi, sesi acı dolu. " hep yalan söylüyor. artık dayanacak gücüm kalmadı " doğrulup burnunu sümkürdü. odanın karşı tarafında, komodinin altında babamın iş ayakkabıları duruyordu; aylardan beri giyilmemiş, inşaat da amelelik yapıyorken giyiyordu onları, boğum boğum ve çarpık, üzerinde tebeşir beyazı bir renk, burnu ölü bir adamın parmakları gibi yukarı doğru kıvrık. nefret ettim o anda. oradan alıp, rastgele fırlattım. " babanın suçu yok " dedi aynada kendine bakarak. " yaşlandım, çekiciliğimi yitirdim, hiçbir zaman çekici sayılmazdım zaten. bu yüzden evlendim onunla! başka talibim yoktu. " kabus gibiydi bu sözler. yıkılmıştım. hüngür hüngür ağlamaya başladım. " çok iyi görünüyorsun, tam olması gerektiği gibi." dedim. bu kadarı geliyordu elimden. ve sarıldım ona. ve işte o an anladım duygularını, iliklerimde hissettim. harikulade değildi ama güzeldi annem; acılı bir varlık. " hiç bir zaman sevmedi beni" dedi buruk bir sesle ve yeniden ağlamaya başladı... bazen elinizden hiç bir şey gelmiyor. talihsiz bir olaya çaresizce şahit olmak, inanın çok güç. fazlasıyla acı çekiyorum. yaşadığım şeylerin üzerimde bıraktığı o depresif ruh - yada beynimi kemiren her neyse bir türlü bırakmıyor yakamı. babamı suçlamıyorum artık. kendimi suçluyorum dostlarım. Çünkü bir insanın yalanlarına göz yumarsanız, şikayet etme hakkınız yoktur. siz de onun kadar yalancısınızdır. anlayın lütfen.
geçen sömestr evime geldiğim ilk gün gürültüyle uyandım. bizim evde böyle olurdu. ev dar olduğu için her şey duyulurdu. penceremin yanından geçen ayak sesleri, oynayan çocuklar, kükreyen sesler, kahkahalar. güneş çoktan doğmuş, terlememe sebebiyet vermişti. babam yanıma gelip, " giyin çalışmaya gideceğiz " dedi. bir kamyonetin arkasında sebze felan satıyorlardı. evin içinde tanımadığım iki kişi daha geziniyordu. " bunlar kim " dedim babama. " bunlar dostlarım benim. beş kuruş almadan malzemeleri taşıyorlar, iyilik olsun diye, saygılı ol. " dedi. İki arkadaşı yüzüme donmuş gözler ile baktılar. babamın onlara benden fazla değer verdiği apaçık ortada. hiç bir zaman yaranamadım ona. belki ileride yetenekli bir mimar olacağım ama umurunda olmayacak. " giyin artık lan , çıkar üstündekini " dedi ürperdim havadaki tehlike titreşimleriyle; anlamsız ve insafsız bir şey vardı bütün bu olanlarda; bir tuzak, çıngıraklı yılanlarla kaynayan karanlık bir çukur. aklım olsaydı ilk otobüsle terkederdim ilçeyi, gerekirse annemin yardımlarıyla hatta. ama onun yerine duş yaptım, sakal traşı oldum ve eski kıyafetlerimi giydim. kadife pantolon, eski bir yün kazak, plastik bir ayakkabı. ne tuhaf bir duyguydu o eski giysilerin içinde olmak, derisini değiştirmeye çalışan yılanın eski derisinin altında daha da eski bir deri olduğunu keşfetmesi gibi. yaşlı bir çocuk gibi hissettim kendimi. annemin hoşuna gitmemişti böyle giyinmem. benim okuyor olmam onu mutlu ediyordu. gözlerinden anlayabilirdiniz. kendimi üzerimde ölmüş birinin giysileri varmış gibi hissettiğimi, eski günlere döndüğümü söylemek geldi içimden; bir kaç sene önceye, zor ve bunalımlı yıllara, babamın kazandığı üç kuruşu bile bize harcamayıp, ailenin yoksulluk çektiği yıllara, ona duyduğum öfkeye, herşeye rağmen onu affetmek için bana tek bir neden bile göstermediği günlere, şehvete ve başarıya duyduğum açlığa, evden kaçıp kendimi yeniden yaratmayı düşlediğim günlere.. kahvaltı yaparken üzerimdeki giysilerden kaynaklanan perspektif değişikliğini fark ettim – aynı çatal bıçaklar, aynı ekmek bıçağının eski ve yumuşak sapı, ocağın üzerine asılı yıllanmış tesbih- her şey eski günlerde ki gibi. burada yaşayan hiç kimsenin hayatında en ufak bir değişiklik yok. herkes aynı günü, aynı monotonlukta yaşıyordu. bu düşünce bile tiksindirdi beni. fazlasıyla acı çektiğimi düşünmüştüm. babam çıktı geldi. " çalışmak istemiyorsan söyle , hem sen baban için çalışsan ne olur ? " dedi. ahlaki olmaktan çıkmıştı artık benim için mesele. bütün gücüyle hayata tutunmaya çalışan ihtiyarın yüzünde ölümü görmüştüm, önemli olan buydu. İnadı, kaprisi, bencilliği, deliliği boşuna değildi. yine de babamdı hala. bu son çabasında bana yaptığı çağrıyı reddederek ölümünü hızlandırabilirdim, ömrümün kalan kısmını vicdan azabıyla geçirmek istemiyordum, babamla çalışmaya gitmeyi hiç reddetmemiştim aslında. sonra bir zaferi hakediyordu babam; eski günlere dönüp çalışmalıydım.
mutfakta duyabiliyordum babamı, sabunu köpürtüşü, derin soluklar alarak yüzüne su serpişini. ayak sesleri duyuluyordu ve yatak odasının kapısında belirdi. " buraya gel" diye fısıldadı bana. " niye?" " konuşucam senle gel lan? " şortumla yataktan kalkıp peşinden mutfağa gittim. sıkıntılı bir hali vardı; alnı kırışmış, gözleri yalvar yalvar. kapının eşiğinde bekledim onu. " aklına yanlış şeyler gelmesin, " dedi. " bir şey yok. şakalaşmayı seven bir kadın. adını bile bilmiyorum" " önemi yok" " yok tabii, şakalaşmayı seviyorlar " buruk bir gülümseme dönüp gidiyordum. " bir dakika " ona doğru döndüm yine. " anneni bilirsin" " bir şey söylemem, merak etme " " zaten yeterince canım sıkkın, uğraştırma beni. anlıyor musun! " " elbette. baba. " " benim hakkımda ne düşündüğün si... de bile değil, ama annenin canını sıkma " " biliyorum" " ne dediğimi anlıyor musun? " " anlıyorum. " " peki. erkek ol biraz. dedikodu yapma" " tamam " odama dönüp yatağıma girdim. mutfağın ışığı söndü, hemen yanımızdaki yatak odasına doğru yürürken döşeme gıcırdadı ayaklarının altında. pantolonunu çıkarırken madeni para şıngırtıları duydum, sonra da annemin yanındaki yerine uzanırken yatak yaylarının çıkardığı gıcırtıyı. karanlıkta iki farklı dünyada yan yana yatarken hayal ettim onları, aynı yemliği paylaşan horozla tavuk misali. karı ve koca, yan yana, çukurlaşmış şiltede oluşmuş iki yuvada; ama ölü bir evlilikten arda kalanla ayrık. kıvrandırıyordu beni. tamam, kabul ediyorum! annemde iş kalmamıştı, dişleriyle sorunları vardı, saçları kırlaşmıştı; ama bir erkeğin yüzünde asla dudak izlerini bırakmazdı. sorumluluklarını yerine getiren bir kadındı - çamaşır, temizlik, yemek, çocuk bakımı. bütün bunlar bir erkeği evden uzaklaştırmaya yeterdi. ama o kadınlar!! o koca popolu, çirkef kadınlar! bir karısı ve ailesi olduğunu bildikleri halde yüzünde dudak izlerini bırakmaktan geri kalmıyorlardı. babam ise onlardan daha iğrençti çünkü izin veriyordu.
zaten böyle oluyor biri öldüğünde; bugün bende öleceğim. dünyanın bir yerlerinde sürekli, her zaman gerçekleşiyor ne de olsa. sen orada olacaksın, biliyorum. burada çoktan bir anı oldun bile. ölüm olacağım, hiç kimseye hiç bir şey için lanet yağdırmıyorum ama. hayatımda yaşananların bilinmezliği ilgilendirmiyor beni. bir kez daha gerçekleşecek bu; tükenmişliğin hissedilmesi, yaşanmamış bir hayattan edinilmiş bir anı. sevgilim benim, benden nefret ettiğine inanamıyorum, çünkü şimdi bulunduğun yerde nefret yoktur; geliyorum, ama çok uzaktasın biliyorum. ben bir çocuk gibiyim ve yüzünün güzelliği, beraber yürürken çizmelerinin attığı kahkahalar aklımda, bu yüzden gittiğin yerin gizemi gizem değil benim için. korkmuyorum. sen benim balımdın, dünyanın en iyi kızıydın ve senin kadar iyi bir kıza aşık olmuş biri olarak hayattan başka bir beklentim yok. geliyorum. ve şimdi benden nefret ediyorsan, ki inanmıyorum ettiğine, o zaman ıstırabıma bak ve seni burada ne kadar istediğimi gör, çünkü o da iyi bir şeydir. geliyorum çünkü asla gelmeyeceğini biliyorum, sevgilim, gerçek aşkım; gecenin bu vakti varlığının düşü hissediliyor bu soğuk odada, merhametinin huzuru, sana dokunamamanın hüznü; çünkü seni seviyorum ve sonsuza dek seveceğim; ve yarın bir gün benim cenazem için toplandıklarında, işte o zaman emin olacağım; hiç yadırgamayacağız birbirimizi, sen ve ben....
ortaokul yıllarımı asla unutamam. ha birde varlığımdan bir haber olan aylin vardı tabi. unutmak ne mümkün?....tesadüfler eseri bir kere yaklaşabilmiştim yanına. önceleri cesaret edememiştim çünkü. ona yaklaşma fikri bende bir öküze yada büyükbaş hayvana dönüşüyormuşum gibi hissettirirdi. kulaklarımın büyüdüğünü, yüzümde hayvan kılları çıktığını hissederdim neredeyse. ne yararı vardı? her ne olursa olsun herşeyi yüzüme gözüme bulaştıracağımı biliyordum. o serin yeşil gözler, beni süzerken ne diyebilirdim ki? ya beni öpmeye kalkarsa? yok yok böyle bir şey asla olmazdı zaten. olduğum yerde yığılırdım çünkü. işte bütün bu düşüncelerin arasında kıvranırken, belki arkadaşlarımın gazıyla, belkide başka bir sebepten ötürü cesaret edip, yaklaşmaya karar verdim. serserinin teki değildim en azından. bir gün sınıfta oturduğu sıraya gittim. ve yanına oturdum. kaslarım geriliyor, mimiklerim sertleşiyordu. sıcak bir alev sarmıştı vücudumu. hissedebiliyordum. dimdik ve cesur olmalıydım. " merhaba " dedi. karşılık verdim. kendisine o günkü ödev yada yazılı hakkında bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. rahatlamıştım. mucizeydi benim için. onun özlemiyle geçirdiğim bütün o saatler, o anlamsız ve asla gerçekleşmeyecek hayaller; ve birden yanımdaydı bütün kusallığıyla. oturduğum sıra sıcak ve rahat geldi birden. parfümümün kokusuyla kendimden geçmiştim ayrıca. hafifçe kımıldandı, dizinin dizime tesadüfi teması. bir buse gibi. neler olabileceğini düşünemiyordum bile. konuşmaya başladı. anlattıkça anlatıyordu. konuşurken ona çok yakından bakmaya cesaret edemiyordum. her ayrıntı küçük patlamalar yaratıyordu içimde. - dirseğinin kıvrımı, keskiyle yontulmuş izlenimi uyandıran burun delikleri, omuzlarına dökülen saçları, kol saati ve bileğinin mükemmelliği. müzik damlaları gibi yaılıyordu havaya ağzından dökülen şehvetli sözcükler, her heceyi sonsuza dek hatırlamaya yemin ederek özenle depoluyordum onları belleğime. ilgisini çekecek bir şeyler düşündüm ama bulamadım. sonra kalktım yanından. bir daha da hiç konuşmadım. konuşabilirdim. ama bu kadarı yeterdi bana. platonik takılan bir çocuğun hisleriydi bunlar. şimdilerde gülümsetiyor beni. her şey, her şeyin inanılmazlığı, o anın mükemmeliyeti göğsümde ve kasıklarımda gerilmiş bir davul gibi gümbür gümbür atıyordu; acı vericiydi, kıvrandırıcı, hücrelerime kadar işleyen leziz bir işkenceydi ama. platonikti benimkisi.
üniversiteye gittiğim günden beri ilk ev ziyaretim. dile kolay 6 ay olmuş neredeyse. konu bu değil ama. size şu itirafı yapmak zorundayım; bana başkasıymış gibi davranıldı. ne bileyim onca yıllık annem, kardeşlerim hatta babam bile değişmişti sanki. bambaşka insanlar olmuşlardı. ama sorun tam olarak bu da değil. sorun benim, ben ve o talihsiz duygularım. eve vardığım ilk gün hafta sonu için misafir geleceğini öğrendim. evimiz he ne kadar dar olsada, babam kalıcı misafirleri severdi. küçük bir mutfak, bir divan, halı, iki koltuk, televizyon ve yatak. yatağı sevmedim. iki kişilikti, bu da yatağımı ihtiyarla paylaşmak zorunda kalacağım anlamına geliyordu. canım sıkkın yatağa oturup kendimi içinde bulduğum açmazı düşündüm. o güne kadar bir kez bile uyumamıştım babamla. birkaç el sıkışmasını saymazsak dokunmamıştım bile adama, şimdi de onunla aynı yatağı paylaşmak için en ufak bir istek duymuyordum. yaşlı kemiklerini düşündüm, yaşlı tenini, onun o yalnız huysuz yaşlılığını, günahkar arkadaşlarını, o güne dek bize yaptıklarını. sırf hala büyük biri olduğunu kanıtlamak için beni tuzağa düşürüp çağırmıştı mantıksız zorba, aksi babam. kardeşlerimin hatırı vardı ama. annem ise hep babamın tarafındaydı. sonra her şey geri gelmeye başladı. anılarım. yılbaşıydı sanırım. on yaşlarındaydım. kutlamalar felan yapılıyordu. bizim evde kutlama olmazdı ama. erkenden yatar uyurduk. ben uyumamıştım o gün. sokağın arka tarafında çöp bidonlarını karıştırıyordum. karanlıkta bir adamla bir kadının telefon direğine yaslanmış seviştiklerini gördüm, kadın elbisesini kaldırmış, adam kadının üzerine abanmıştı. ne yaptıklarını biliyordum, ama korkmuştum, çöp bidonunun arkasına gizlendim. sonra kadınla adam el ele tutuşup bana doğru yürüdüler. adam babamdı. kadın da iki kapı ötemizde kocası ve sınıf arkadaşım olan iki oğluyla yaşayan handan teyzeydi. o günden sonra o kadının çocuklarıyla hiç futbol oynamadım. gözlerine bakmaya utanıyordum. babamdan nefret ettim. handan teyze'den nefret ettim; öyle bayağı, öyle gösterişsiz ve sıradandı ki evimden bile nefret ettim. bu yüzden misafirim kendi evimde. anlayın lütfen.
eski mahallemde karın arasından sokak boyunca dizilmiş küçük evleri hiç unutamam mesela. o evlerde yaşayan herkesi, mahalledeki bütün kedi ve köpekleri tanırdım. doğruyu söylemek gerekirse bütün bir ilçede yaşayan on bin kişiyi de tanırdım., ve bir gün hepsi ölecekti. sokağın sonundaki ev sakinlerinin sonu da farklı olmayacaktı; çatısının çökmemesi tesadüflere bağlı o ev mesela. an meselesiydi her şey. ama ölüm kapıyı çalmışsa ne önemi vardı evin durumunun? hepimiz er yada geç gidecektik - önce babannem, sonra babam, sonra annem, sonra kardeşlerin en büyüğü olma sıfatıyla ben, sonra benden iki yaş küçük kardeşim, sonra kız kardeşim ve en son küçük kardeşim . köpeğimiz miko da ölmek için bir yer bulacaktı kendine sürüne sürüne. bu karanlık düşüncelerle dünyamı mezarlığa çevirmek nedendi peki? her şeye rağmen şükretmiyor muydum acaba? yoksul olduğum için mi? imkansız. bütün büyük futbolcular yoksul ailelerden gelmişti. hayatım çöplükten farksızdı ama. varlığımın bile farkında olmayan aysel'i saymazsam kız bile yoktu ki hayatımda. allahım yardım et bana ! açtım kollarımı, peşimden geliyorlar, bir türlü vazgeçemediğim bu karanlık düşünceler.....
onca yıllık arkadaşımı, elimde olmayan bir takım rastlantısal sonuçların etkisiyle " ki fazlasıyla uzun olur anlatmak " kustuğum, bağırdığım ve kırdığım geldi aklıma. hatırlıyorum da bir an için sessizlik olmuştu. ne o benden böyle bir şey bekliyordu, ne de ben ona bu şekilde davranabilirdim. ama hatalar yapmak mümkün. oturdu, kollarını kavuşturup gözlerini yere dikti. " yazıklar olsun " dedi. oysa masum olmasına rağmen, kendini savunmak için tek bir kelime bile etmemişti. hata etmiştim. " aman allahım ben ne yaptım? " demekten kendimi alamıyorum. inanın bana. aklıma geldikçe suçluluk hissediyorum. bitmedi ama dahası var. yaradan fışkıran irin misali dökmüştüm herşeyi içimden. oysa daha bir kaç saat önce bir kış öğle sonrası koltukta oturmuş kitap okuyordum. herşey bitmişti aramızda. kimse kurtaramazdı bizi. iki yabancıydık. dostluğumuz sona ermişti belki, iki düşmandık. merdivenden inip sokağa çıktığımızda son yürüyüşümüz olduğundan da emindim. çok sonradan öğrenecektim gerçekleri. bir türlü çekip, çıkarıp atamadığım bu acı dolu duygular yeni yeni oluşacaktı bünyemde. kar o denli yoğun yağıyordu ki hemen karşıdaki adliye binası bile seçilmiyordu. karla kaplı donuk farlarıyla arabalar geçiyordu ağır ağır. sokak karla örtülmüş, patlamış mısır arabasının yanındaki otobüs durağına yürüdük. tek kelime etmedi yol boyunca. bende bir şey demedim. elleri paltosunun ceplerinde, banka binasının duvarına yaslanmış otobüsünün gelmesini bekliyordu. bir süre sonra otobüsün beyaz gözleri belirdi karanlığın içinde. kaldırıma doğru yürüdü. " sinirlerini yatıştırmaya çalış " dedi ve dönüp otobüse bindi. tek kelime etmedim. nereden bilebilirdim? öylece çekip gittim. o günden sonra bir sır olmuştu benim için. otobüs egzoz gazını havaya salarak fırtınada gözden kayboldu. ellerimi ceplerime sokup sokak boyunca yürüyerek anlamsız fırtınanın çamurunda evin yolunu tuttum. ama karın da iyi bir yanı vardı her şeye rağmen. seni diğerlerinden saklıyordu. saçlarını, utancını ve kulaklarının o sefil endamını; başka hayaletlerin yanından geçip hüznün içinde yürüyordum; başım öne eğik, gözlerim saklı, vicdan azabının ve de değersizliğin ruhumun derinliğinde olduğunu bilerek, emniyetle. öylecek çekip gidiyordum.
zaman zaman bazı insanlar sizi incitmek ister, bu kişiler sizin en yakınlarınız olur genellikle ve sizi yakından tanıkdıkları için, sırlarınızı bilirler. sizi neyin inciteceğinide bildikleri için oraya, hiç şaşmayan bir nokta atışı yaparlar. konu bu değil ama, daha da vahim olan sizin bunlara karşı sabrınızı ölçmenizi istemeleri. bir nevi test, deney; sonuçlar ve ilişkileri. benden yaklaşık 6 - 7 yaş büyük olmasına rağmen eğlenirdi benimle. yeni paltosu, son model yandan ışıklı nike ayakkabıları ve şapkasıyla karşıma dikilir alay ederdi. hemde hiç acımadan. gururlu ve küçük olmam benim aleyhimeydi. bir harabede yaşadığımı bilidiği için sürekli yaşadığı yerden söz ederdi. sözcükler ağzından, tane tane dökülür , ve arada kahkahalar atardı. bütün bir sahil boyunca palmiye ağaçları, güneş ışığıyla yıkanmış mavi bir gök, sıcak tropik geceler! kar yok! hayatı tenis oynamaktan, iyi otellerde çekilen ziyafetlerden ibaret olduğu küçük bir cennet de yaşıyordu o . süreki anlatıyordu bana. kafamı sallar dinler ve kıskanırdım. 100 milyondan 100 kuruş gibi bahseder gözlerimin içine bakardı. " sen rüyanda görürsün ancak " bakışları. hiç unutmam bunları. hepsi zihnimde kazılı. kendi küçük dünyamı düşünürdüm. iğrenç bir bodrum; kar fırtınasında canlı canlı gömülmüş. "tanrım ne yapmalıyım bu yerden kurtulmak için? "diye iç geçirirdim. o dönemler evdeki herşeyi satmayı düşünür, hayal ettiğim gibi bir yerde yaşayabileceğime inanırdım. evimizin bütün eşyası, mutfak sobası dahil, fazla bir şey etmiyordu hiç biri. fakirdim işte fakir. yoksul. alay edilir, ezilirdim. bütün ilkokul hayatımda böyle geçti işte. öğretmenim sınıfımdaki zengin ailelerin çocuklarını yanına çağırarak, gizliden bir şeyler söyler, ertesi gün çocuklar ellerinde poşetler ile gelir, ve o poşetler bana verilirdi. poşetin içinde, muhtemelen o çocukların giydiği eskiler olur, eve götürüp anneme bazı yerlerini iplikle yamatırdım. sonra da o giysileri giyip sokakta havamı atardım. ama o kıyafetler ile de alay edilirdi. anlaşılıyordu birilerinin verdiği, sırıtıyordu. ne fakir edebiyatı di mi? neyse konu bu değil ama. o dönemler sık sık ağlar, olayın üzerimde yarattığı, hissiyattan ötürü ezilirdim. babamın gevşemiş çenesiyle borçlarımızı hesap edişi geldi gözümün önüne - kira, elektrik, sütçü, bakkal, kömürcü, marangoz. öyle yoksulduk ki mahalledeki kapıcılardan yardım alırdık.
odam, yalnızlığımın kokusu, duvarlara buram buram yansımış biricik odam; buhar, ter ve antiseptik kokulu odam. seni terk etmek ne kadar zor bir bilsen. geleceğimin etrafımda dalgalandığını hissedebiliyorum; parlak günler, beni bekleyen heyecan dolu yıllar. bütün büyük adamlarında hissettiği buydu zaten; kemiklerinde bir çoşku, onları diğerlerinden farklı kılan gizemli bir enerji. onlarda yaşadılar bu duyguyu. doğup, büyüdükleri yerde çakılı kalmadılar ama. biliyorlardı çünkü. edison sağırdı, beethoven' da öyle, steinmetz kambur, henry ford delinin tekiydi mesela. örnekleri çoğaltmak mümkün. o yol ayrımı insanları bir şekilde gelip buluyor. yoksul genç adamlar, sihirli deynekler ile kutsanmış, ve talihi bulmuş insanlar. allahtan yaşayan iyi insanlar var; eğitiminiz için köşeye bir miktar para ayıran sağduyulu insanlar. ülke olarak zor zamanlardan geçiyoruz. ona şüphe yok. işsizlik hat safhada. insanlar evlerinden ayrılıyor, şehri terk ediyorlar. ne yaptığınız yada nerede olduğunuzun bir önemi yok. neye inandığınız önemli. eğer ki kutsandığınıza inanıyorsanız, sizi harikulade bir gelecek bekliyor. şehri terketmenin iyi bir nedeni olmalı, di mi ama?
babasından yediği dayaklar yüzünden sık sık evden kaçardı. babasının zulmüne rağmen müziğe boyun eğmedi ama. o onun hayatıydı. o hayata eğlenmek için gelmediğini biliyordu çünkü. çektiği acıları duymazdan gelmesine gerek yoktu, zaten duymuyordu. sağırlığını bir türlü kabullenemedi. " benim için yüksek sesle konuşun lütfen, sağırım, duymuyorum " kimseye söyleyemezdi bunu. koskoca müzik dehası kendisini böyle küçük düşüremezdi. bu yüzden etrafındaki insanlara karşı sürekli tepkili, ve hırçın, çekilmez biri olarak görüldü. o pes etmedi ama. moonlight sonata, pahetique, appassionata, o ölümsüz 9. senfonisi. hepsinin tam sağırken besteledi. beyninde. onun eserlerinin bu denli yoğun, duygu ve içten olmasının sebebi budur işte. o insan duygu ve psikolojisini çok iyi biliyordu. o önemli eserlerinden hiç birini dinleyemedi. ki kendisi ölümünden sonra , sağırlığına sebep olan hastalığın nedenlerinin araştırılmasını vasiyet ettiysede, dönemin katolik kilisesinde bu pek de mümkün değildi. o, chopin ile beraber piyano ve insanlığın başına gelmiş en güzel şey. o eşsiz bir deha, depresif ruhların ifade edemediği, derin-içsel ve yorucu duyguları notalar ile anlatabilen bir müzikçi. insan beethoven'ı seviyor.
tck m.309: cebir ve şiddet kullanarak, türkiye cumhuriyeti anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar. sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz. sözlük sistemi ile geliştirilmiştir. |