tren istasyonu

  1. mustafa ilhan geçer'in "küçük istasyonlar" şiiri öyle güzel anlatır ki tren istasyonlarını, şiirden pek hazetmeyen ben bile, "ancak böyle anlatılabilirdi" diye düşünürüm:

    nedense küçük istasyonların hali
    insana hep hüzün verir
    tek başına unutulmuş gibi
    ağaç toprak ve demir
    cam arkasında solgun yüzlü bir kadın
    mahzun gözlerle bakar çekilir

    nedense küçük istasyonlar bana
    buruk yalnızlıkları tattırır
    gurbeti acı acı çalar kampana
    kavruk ağaç kara vagon gökte yıldız yalnızdır

    hüznüyle kederiyle başbaşa yorgun
    yanında yöresinde renkler sapsarı
    terkedilmiş hâtıralar gibidir
    ara istasyonların kül rengi binaları

    ara istasyonları kederli küskün
    çevresinin kaderini yansıtır
    gecelerin ayazında gelip geçen trenler
    insanın yüreğini biraz olsun ısıtır

    çok zaman ölümü düşündürür
    insana küçük istasyonların hali
    garip yolcuları titrer öksürür
    telgraf tellerinde kuşlar misali.


    aynen...

    istanbul'un anadolu yakası sakiniydim ben hep. avrupa yakası benim için masallardaki "çoook çok uzaklardaki bir ülke" gibiydi. orada hep babamın arkadaşları yaşardı. onların eşleri ve çocukları... o yüzden, kırk yılın başı geçilirdi karşıya. zordu, ha deyince gidilemezdi. hele annemin deyişiyle üç küçük çocukla "takur tukur" ve babamın deyişiyle "altımızda araba yokken"...

    o takur tukur ve altımızda araba olmadan çıktığımız uzak ülke ziyaretlerinden birinde florya'ya gidiyorduk işte. istanbul çocuklarına anlatmak gerek belki 30-35 yıl öncesini... vapur kalkar yarım saatte bir. öyle dolmuş yok dakka başı... otobüs seferleri bir garip. zaten köprüye ulaşana kadar o köhne otobüslerde için dışına çıkar çocuk bünyenle... nasıl gidilir florya'ya... atlanır vapura-sirkeci, oradan trene, florya...

    hayatımda yedikule'yi, kocamustafapaşa'yı, zeytinburnu'nu tren raylarına paralel perspektiften de olsa ilk görüşüm. istasyonun birinde arızalandı tren. sıradan bir şeydi o yıllar için. en çok da elektrik kesildiği için yolda kalırdık. tren arızalandı ve ben uzaktan trene bakan birilerini gördüm sanki. küçük küçük kafaların üzerinde iri iri gözlerdi bunlar. o mahallenin demiryolu çocuklarıydı. oyun yerleri raylar ve civarıydı. içlerinden biri koyu sarı saçlıydı. kemik çerçeveli gözlük vardı gözlerinde. camları kavanoz dibi gibiydi. çerçeve belli ki ona birinden kalmıştı, öyle büyüktü ki... üzerinde el örgüsü orlon bir kazak ve yine el örgüsü bir v yaka süveter vardı. iplikler eksik kaldığı için, birkaç renkten örülmüştü o süveter. kimbilir, belki eski bir hırka sökülmüş, belki kullanılmayan bir atkının ipliği de yanına eklenip öyle örülmüştü. yanakları kıpkırmızıydı. al al derler ya, öyle... gözünü ayırmaksızın vagonlara bakıyordu. sanki birini arıyordu. baktı baktı baktı ve benim bulunduğum vagonun camına bakarken, benim de kendisine baktığımı gördü. bir anlam veremedi. bu küçük kokona niye bakıyordu ki kendisine acaba? gözlüğü burnunun üstünden kayıyordu sık sık. her defasında düzeltiyordu. başını arkaya atmış, ağzı aralanmış, şaşkın gözleriyle beni izliyordu. ben nasıl görünüyordum kimbilir, bunu ona sormak gerekirdi...

    sonra tren bir sarsıldı, keskin bir tıslama duyuldu ve ağır ağır o ritm yine duyuldu raylardan. yola koyulduk ve birbirimizi görmeyene kadar bakıştık o küçük oğlan çocuğuyla karşılıklı...

    paşa'da oturan wilma flintstone ile tanıştım üniversitede... can dostum ünal zeytinburnu sakiniydi... ataköy sakini tolga bizi bakırköy tren istasyonunda beklerdi ve trenden iner inmez şapkasını çıkarıp, "volez vou mademoiselle?" derdi her seferinde... ünal'ın "üjj-bejj" adını verdiği demiryolu emeklileri kıraathanesi'nde otururduk, çay içip sohbet ederdik yaz aylarında. vakit o kadar ilerlerdi ki, o zamanlar öğrenci bütçesi için lüks sayılan deniz otobüslerinin bostancı'ya son seferine koşa koşa yetişirdik. herkes beni uğurlardı. onlar, avrupa yakası sakiniydi, iskelede kalırlardı...

    günlerden bir gün, yıllardan kimbilir hangi yıl, bir tiyatro seçmesine hazırlanmak için bir şiir okumam gerekiyordu. yukarıdakini buldum... o kemik çerçeveli gözlüğü olan çocuğu, o tren istasyonlarının hüznünü, o kirli sarı rengini, hayatla iç içe olduğu halde terkedilmişliğini, yapayalnızlığını öyle iyi anlatıyordu ki...

    sonra * "skywalker" ile tanıştım. o da ataköy sakiniydi ve bakırköy istasyonunu kullanıyordu. aynı yolculukları bir daha bir daha yaptım. sirkeci'de indim, trenle yedikule'den, kocamustafa paşa'dan, zeytinburnu'ndan geçtim. yine son deniz otobüsüne son dakikada yetiştim. evlendim, çoluk çocuğa karıştım, şimdi kayınvalide ziyaretleri için çoluk çocuk, "takır tukur" ve "altımızda araba olmadan" aynı yolları bu kez kendi ailemle katetmeye başladım. bütün bunları 30 yıllık bir süreçte yaşarken, bir şey hiç değişmedi... tren, ne zaman bir istasyonda uzunca bir süre beklediyse, ben çocukken isli paslı bir tren penceresinin ardından gördüğüm o küçük, gözlükleri kendisine büyük, kıpkırmızı yanaklı, orlon kazaklı ve orlon süveterli, bana şaşkın şaşkın bakan çocuğu hatırladım...
    (hazeyame 20.05.2008 02:19 ~ 08.06.2008 15:16)
  2. (bkz: railway children)
    (tulkas 26.05.2008 16:38)


Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.