ebru sanatı

    ebrû, klâsik sanatlarımızdan biri olmakla birlikte "küllî ve cüzî irâde"yi de remzeder. malum, küllî irâde hakk'ın, cüzî irâde ise insanların irâdesidir. ebrû yapmak için lâzım olan bütün malzemelerinizi hazırlarsınız. nedir bunlar? Ä°şte teknedir, boyadır, fırçadır, bizdir, sengdir, kitredir, öd'dür, kâğıttır ilh... boyanızı ezer, kullanıma hazır hâle getirirsiniz. suya kitre ve ödü belli oranlarda karıştırıp hazırlarsınız. fırçayı elinize alır, kullanacağınız rengi seçer ve fırçayı parmağınıza vurarak boyayı suyun üzerine serpiştirirsiniz. bütün bunlar sizin cüzî irâdeniz dâhilindedir. fakat damlaların tam olarak nereye düşeceğini siz tâyin edemezsiniz. o da küllî irâdenin işidir. siz sebepleri yerine getirirsiniz, gerisi müsebbib'e kalmıştır. fakat cüzî irâdesini küllî irâdede ifnâ etmiş kişiler, damlanın nereye düşeceğini yine o'nun izniyle bilir ve de tayin edebilirler(miş)
    (10.12.2006 14:21)

soyunmak

    tasavvuf ıstılâhı olarak 'soyunmak', bir mürebbiye teslîm olmak, bir mânevi yola intisâb etmek demektir. bununla ilgili çok güzel bir hâdise anlatılır:

    Ä°rfân ocaklarının sırlanmadığı demlerde, soğuk kış günlerini rahatlıkla geçirebilmek için sözüm ona uyanıklık eden bir adamcağız galata mevlevihanesine varmış. o zaman postnişîn olan galib dede hazretlerinin huzuruna çıkmış. "efendim," demiş, "bendeniz soyunmaya geldim." hazret bakmış adamcağızın üstü başı perişan. "evlâdım," demiş, "Önce seni bir giydirelim."

    efendim, işte kadîm insanlar böyle güzîde zevât imiş. karşısına gelenin ayıbını yüzüne vurmayıp setreder, kimseyi eli boş göndermezlermiş. şükürler olsun ki bu nevi zevât, bugün hâlâ mevcut ve belki de dünya onların hatrına, hürmetine duruyor.
    (10.12.2006 14:08)

dal

    Ä°ç anadolu'da 'sırt' kelimesinin eş anlamlısıdır 'dal'. meselâ, sırtı ağrıyan biri, 'dalım ağrıyor' derse hemen biliriz ki o kişi çok yüksek bir ihtimalle Ä°ç anadolu civârındandır. ve bu âşinâlık bazen gülüşmelere de sebep olabilir. *
    (12.11.2006 15:39)

sabun

    diş hekimliğinde okuyan 'zavallı' birinci sınıf öğrencilerinin, el becerilerini geliştirmek üzere diş yapmakta kullandıkları temel malzemedir. efendim, bir kalıp sabunu alıp bir spatül yardımıyla, verilen ölçülere uyarak 'yontmaya' başlarsınız. bir ara kendinizi yaptığınız işe iyice kaptırıp heykeltraşlığa da heves edebilirsiniz. fakat heyhaatt!
    (12.11.2006 15:31)

buselik

    klâsik mûsıkîmizdeki makâmlardan biridir. bu makâmın adının ebu selik adlı bir kişiden geldiği söylenir.zamanla 'ebu selik', 'bûselik' olmuştur.
    (03.11.2006 00:15)

gelenek

    söze, "biz kökü mâzîde olan âtiyiz." diye başlamak lâzım zannımca. geçmişte kökleri olan bir gelecek olmak...çünkü mâzî, âtiye intikâl edecek hâlin besleyicisidir.

    gerçi 'dem bu demdir' diyor sûfîler fakat 'an'; elbette geçmişten bugüne gelen, bugünden geleceğe doğru gitmekte olan bir akıştır. hayâtiyetini tarihten bugüne doğru gelmekte bulan ve ona dayanan, o hayâtiyeti kendinde barındıran, muhafaza eden bir alandır gelenek. Önemli olan geleneğin, hakiki mânâsıyla kavranarak yaşanmasıdır. ne onu bir tarafa bırakmak, ne de onun esîri olmak... yâni gelenekçi olmak değil ama gelenekli olmak...

    geleneği olmak, bir geleneğe sahip olmak, o gelenekte çakılıp kalmak anlamına değil, onun muhafaza ettiğini tazeleyerek ileriye götürmek anlamına gelecektir.
    o zaman geleneğe karşı, onun içinde kaybolmaksızın fakat onun mânâsını anlayacak şekilde, idrâk edecek şekilde bir mesâfe alırız. fakat o mesâfede onunla bütünleşiriz. ve geleneğin hayâtiyetini yeniden tazeleyerek, yeniden ortaya koyarak, onun bize kazandıracağı şeyleri daha iyi anlamış, yozlaşmasını önlemiş oluruz.
    (19.10.2006 14:49)

edep

    "Bir damlasında nice denizler gizli!" diye methedilen hz. mevlânâ şöyle buyuruyor:

    "hüdâ'dan edeb husûsunda yardım dilerim; çünkü edebi olmaayan rabb'in lütfundan mahrum kalır.

    ey kişi bilmiş ol ki, nasıl ruhsuz bir bedene can denemez ise, bedendeki ruh, edeptir.

    eğer şeytanın başını ezmek istiyorsan, edebli ol. gözünü aç ki şeytanı öldüren edeptir.

    tamamen allah kelâmı olan kur'an, âyet âyet edeptir.

    akla sordum: îmân nedir? akıl, kalp kulağıma dedi ki: îmân edeptir..."

    ve şöyle niyâz etmişlerdir: hakk teala, bizi edebe muvâfık kılsın.

    (19.10.2006 14:38)

edep

    tevhidi eğer yaradılışın, kâinatın, bütün bir ortaya çıkış, tecellî ediş sırrının temeli olarak görüyorsak, edebe, bu tevhid anlayışının insanda bir fazilet halinde kendini göstermesidir diyebiliriz. edep; insanın o temel vasfını, allah'ın onda görmeyi murâd ettiği hâli ifade eder.
    kâinatı, yaradılışı temâşâ ederken, onu fark ederken, onu idrâk ederken, onun aslında bulunan ilâhî tecelli sıfatını fark etmektir edep.
    onun bir ilâhi tecelli olduğunu anlamak, yani alışverişi hakk ile yaptığını fark etmek, her işte o'na muhatapmış gibi davranmak...bu, kişiye büyük bir mesuliyet yüklüyor. fakat bu mesuliyet kadar da hayatımıza, varloşumuza bir derinlik katıyor.

    yani sizi her an sorgulayan, her an "neden şunu yaptın, neden bunu yaptın?" biçiminde sizi sarsan bir mükellefiyet değil fakat hayatınızın temelinde olan, asıl var olan neyse sizde, hakiki 'ben'iniz neyse, "bir ben var bende benden içeru" dediği yûnus emre'nin, anladığınız o ben neyse, onu fark etmenizin getirdiği bir hâli yaşıyorsunuz edepte.
    alışverişin hakk ile olduğunu bilmek, sizi her türlü hayat hamlenizde belli bir ciddiyette tutuyor. ama aynı zamanda hareketlerinize bir güzellik, bir âdâb getiriyor.
    meselâ bir mûsıkîyi icrâ ederken dikkat etmeniz gereken o usûle, ritme, makâma riayet etmek durumunda kaldığınızı, hayatınız için de fark ediyorsunuz. âdeta bir mûsıkî eseri icrâ edermiş gibi yaşıyorsunuz. hayatı öyle icrâ ediyorsunuz. bestekâr'ına hürmet ediyorsunuz. fakat aynı zamanda o bestekâr'ın bu besteyi kimin için ve ne için yaptığını düşünerek hareket ediyorsunuz. işte o zaman muhteşem bir hayat sanatı, yaşama sanatı ortaya çıkıyor. ve kâinatın âhengiyle hem-ayar, hem-âhenk oluyorsunuz.
    o zaman, kendi içimizde gizli olanı yakalayabilmektir edep. bizi insan kılan, bizi biz yapan, hakiki mânâsıyla yûnus'un söylediği mânâyla, içimdeki 'ben' kılan da o hâlde edeptir. *

    "edebi olmayan âdem, değil âdem!" Efendim, cisim sâhibi insan ile cisim sâhibi hayvan arasında hiç bir fark yokmuş. illâ edeb, illâ edeb! bir edîbe teslîm olmak lâzım ki müeddeb olunsun vesselâm...
    (19.10.2006 14:27)

termometre

    bir edîbin tâbiriyle termometre; anne kucağının sıcaklığını kalorifer sıcaklığından ayıramayan zavallı bir âlettir.
    (19.10.2006 14:10)

günlük

    günlük, hocalarımızdan öğrendiğimize göre, geleneksel edebiyatta olmayan bir türdür. çok masum görülmez günlük.

    günlük tutmak, insanın kendine yabancılaşmasıdır, yabancılaşmanın kağıt üzerindeki tescilidir. çünkü insanın yaşadığı içindedir. ama bunu kağıda dökmek, bir hesaplaşma vb. olur ve ikinci ben karşıya çıkar. mahremiyet kavramını da yok eder günlük. ayrıca birinin okuyacağı ihtimaline karşılık, yazarken işin içine riya girebilir.
    (19.10.2006 14:06)

ağyar

    lügat mânâsı 'başkaları, yabancılar'...
    divân edebiyatındaki aşk üçgenini oluştururlar: seven(âşık), sevilen(yâr) ve sevgilinin diğer âşıkları(ağyâr)

    agyâr, daima âşığa yanlış haberler verdiği için eğrilikle ithâm edilir ve bu yüzden kaşa benzer. rakîb olarak da bilinen ağyâr, âşığın şikâyetlerine marûz kalır. onun için kötü, çirkin, zararlı ve zâlimdir. âşığın nazarında, o, sevgili ile sıkı münâsebettedir. âşıkı üzen de zaten budur. bu sebeple âşık, daima sevgiliye tenbihlerde bulunur ve ağyâr hakkında onu uyarır. buna rağmen yâr, âşıktan çok ağyâra imkân tanır, onunla beraber olur, ona yüz verir. o, âşığa âdeta içten içe güler ve onunla alay eder gibidir. sevgilinin çevresinden asla uzaklaşmadığı için âşığı da ona yaklaştırmaz. kıskanç ve dedikoducudur. sevgilinin bir âşıkı da odur. bunun için âşık ile aralarında daimî bir mücadele sürer. ağyâr kelimesi çoğul bir kelimedir. yani bunlar birden fazla, bazen yüzlercedir. bu bakımdan ağyâr, sevgilinin mahallesinin bekçileri ve köpekleridir. âşıkı asla içeri bırakmazlar. âşık onları bazen domuz, tilki, akrep diye nitelerken, bazen şeytan, dev, kâfir, gammâz, nâdân, iftiracı, eğri olarak niteler. hatta ona diken, belâ, kara yüzlü, bed çehreli sıfatlarını yakıştırır.

    ahmed çeke cevrüni vü lutfın göre ağyâr
    ey şefkati az şâh-ı cihan yandım elinden (ahmed paşa)

    bir devlet için çerha temennâdan usandık
    bir vasl için ağyâra müdârâdan usandık(nâbî)

    -divan şiiri sözlüğü, iskender pala-

    tasavvufta ise hakk'tan gayrı her şeye ve hakikate vâkıf olamayanlara ağyâr denir.
    gel iste kaygusuz yârı, çıkar gönülden ağyârı
    bugün gör yine didârı, bu sevdâ özge sevdâdır.
    (15.10.2006 18:44)

azra

    'bâkire', 'üzerinde yürünmemiş kum' anlamlarına gelmekten başka edebiyatımızdaki 'vâmık u azrâ' adlı mesnevide geçen kadın kahramanın adıdır.
    hikâye şöyledir:
    birçok defa evlenmesine rağmen çocuğu olmayan çin hakanı talmus, ressamı beşir'in seyahatları esnasında yaptığı resimlerinden turan şâhının kızını beğenir ve onunla evlenir. bir oğulları olur. adını vâmık koyarlar. vâmık'ın olağanüstü bir güzelliği vardır, öyle ki bütün cihana yayılır güzelliği. gazne padişahının biricik kızı azra'nın da kulağına gider. azra'nın da güzelliği dillere destandır. azra, daha görmeden vâmık'a âşık olur. azra'nın dadısı, onun resimlerini vâmık'a göndererek vâmık'ın da azra'yı sevmesini sağlar. vâmık, azra'ya kavuşmak için sırdaşı behmen ile birlikte yola çıkar. yolda pekçok tehlike atlatırlar. bu arada azra da vâmık'ı aramaya çıkar, o da çok meşakkatli bir yolculuk yapar, zencilere tutsak olur. vâmık ise ateşperestlerin eline düşer. fakat nihâyet her ikisi de bu esâretten kurtulurlar ve tûs şehrinde birbirlerine vâsıl olurlar.
    bu aşk mesnevisinde dilpezîr, mizbân, lahicân, ferî, hümâ, dûye gibi daha pekçok kahraman vardır. Ä°lginç bir noktadır, ilk defa bir aşk mesnevisinin birbirini seven bütün kahramanları birbirlerine kavuşmuşlardır.

    güzel de bir beyit vardır:
    her zaman bir vâmık u azrâ olur âlem bu ya
    nev-be-nev efsâneler peydâ olur âlem bu ya
    (safvet-i mevlevî)
    (15.10.2006 18:26)

cehennem azabı

    esas cehennem azâbı nasıldır, allahu 'alem, bizlere de tattırmasın. fakat belki de, 'yâr'in muhabbetini takdir edemeyip o muhabbete liyâkat kesbedememek, yüzünü 'yâr'e yeterince dönememek, 'yâr'i 'yâr' bilemeyip onu istemeden de olsa incitmek, dolayısıyla o herkeslere ihsân buyrulmayan muhabbetten mahrum, o yakınlıktan dûr olmak ve nihâyetinde cemâl-i yârden ayrı düşmek ihtimâlinin veyâ daha da acısı, hakikatinin adıymış cehennem azâbı. ortada ne âteş vardır ne de duman! fakat yanan yanmıştır, gönül* kebâb olmuştur!

    cümlemiz muhafaza buyrula...
    (14.10.2006 03:58)

seyr ü süluk

    seyr; gezme, temâşâ etme mânâlarına gelmektedir. sülûk ise; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir yere veya düşünceye bağlanmak demektir. bu iki kelimeden mürekkep olan 'seyr u sülûk' ifâdesi, belli bir usûl dairesinde hayvanî ve cismânî arzulardan uzaklaşarak, hakk'a vâsıl olma yollarını aramak, o'ndan gayrı her şeyden(tabiî kendi nefislerimize ve heveslerimize bakan yönleri itibariyle) yüz çevirerek, sadece ve sadece o'na yönelmek, o'na tahsis-i nazar etmek, acz ve fakrının şuurunda olarak her hâliyle o'na muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak, gönlünü aşk u şevkle şahlandırmak ve beslemek, kalp ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Hakk'a yürümek ve vuslata erebilmek içn fena huylardan uzaklaşmak mânâlarına gelir.

    mekânım lâ mekân oldu
    bu cismim cümle cân oldu
    nazâr-ı hakk ayân oldu
    Özüm mest-i likâ gördüm

    bana hakk'tan nidâ geldi
    gel ey âşık ki mahremsin
    bura mahrem makâmıdır
    seni ehl-i vefâ gördüm.
    (13.10.2006 12:41)

derviş

    efendim, bir de dervişlikle ilgili meşhur bir kıssa vardır. onu da naklediverelim:

    bağdat'ın bağdat olduğu devirlerde, yâni insanlığın muhtaç olduğu her ilmin meşk edildiği, müstesna akılların ve gönül sahiplerinin akın akın geldiği, medeniyetin merkezi olduğu zamanlarda hz. abdülkadir geylâni'ye bir heyet gelmiş. geylâni hazretleri, sebeb-i ziyâretlerini sorduklarında, "efendim, hem sizin duanızdan ve feyzinizden istifâde edelim hem de bulunduğumuz beldeye sizin münâsip gördüğnüz bir hâlifenizi beraberimizde götürüp bizleri irşâd ile münevver eylesin düşüncesiyle huzurunuza geldik."diyerek cevap verirler. geylâni hazretleri, "elhamdülillah, biz de zor bir şey isteyeceksiniz de ricânızı yerine getiremeyeceğiz diye telaşlanmıştık." der. heyettekiler şaşırarak, "efendim, siz nasıl düşündünüz?" diye sorduklarında, hz. geylâni, "derviş isteseydiniz o iş zordu; ya fakir, reddetmemek için kendim gelecektim ya da kardeşim şeyh ahmed rifâî'yi gönderecektim. mamafih hâcet kalmadı. tekkemizdeki talebelerden gönlünüzün ısındığı biri var ise beraberinizde gitmesine tarafımızdan izin vardır, kimi isterseniz alabilirsiniz." demiş.

    dervişliği temsil olarak anlatan bu kıssa meşhurdur. herhâlde anlatılmak istenen dervişliğin zor olmakla beraber güzelliğidir. "bir şeyin kıymeti nedretindendir."derler. demek ki derviş ünvanı almakla iş bitmiyormuş. seyr ü sülûkun devreleri ikmâl oluna oluna, sadece huylar, sıfatlar elenmiyor; bazen o kötü huy ve sıfatlara benlik, o kadar çok sahiplenip kalıyor ki elekten benlik sahibinin kendisi de elenip gidebiliyormuş.

    işte bu sebebe mebni, derviş yetiştiren tezgâhlarda, ilk başta ve en sonda söz dinlemeyi öğretirlermiş. cenâb-ı mevlânâ'nın muhteşem eseri mesnevî'nin 'bişnev', 'dinle' diye başlamasının bir hikmeti belki de budur. Öğrenmek için, yaşamak için, aşkı meşk etmek için 'duy!', 'dinle!'
    (12.10.2006 22:12)

sayfa: 1-2-3-4-5

Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.