benerci kendini niçin öldürdü

  1. *

    ÜÇÜNCÜ KISIM


    BİRİNCİ VE SONUNCU BAP

    I

    Gözüme altın bir damla gibi akan
    yıldızın ışığı,
    ilkönce
    boşlukta
    deldiği zaman karanlığı,
    toprakta göğe bakan
    bir tek göz bile yoktu...
    Yıldızlar ihtiyardılar
    toprak çocuktu.
    Yıldızlar bizden uzaktır
    ama ne kadar uzak
    ne kadar uzak...
    Yıldızların arasında toprağımız ufaktır
    ama ne kadar ufak
    ne kadar ufak...
    Ve Asya ki
    toprakta beşte birdir.
    Ve Asya'da
    bir memlekettir Hindistan,
    Kalküta Hindistan'da bir şehirdir,
    Benerci Kalküta'da bir insan...
    Ve ben
    haber veriyorum ki, size:
    Hindistan'ın
    Kalküta şehrinde bir insanın
    yolu üstünde durdular.
    Yürüyen bir insanı
    zincire vurdular...

    Ve ben
    tenezzül edip
    başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum.
    Yıldızlar uzakmış
    toprak ufakmış
    umurumda değil,
    aldırmıyorum...
    Bilmiş olun ki, benim için
    daha hayret verici
    daha kudretli
    daha esrarlı ve kocamandır:
    yolu üstünde durulan
    zincire vurulan
    İ N S A N . . .


    II

    Şu yukarıya, üçüncü kısmın birinci ve sonuncu babının birinci parçası olarak yazdığım, üslubu ukalaca, yazıdan da anlıyacağınız veçhile, Benerci mahpustur.
    Hindistan'ın hakikî istiklâl ve hakikî kurtuluşu için çalıştığından dolayı, Britanya polisi tarafından tevkif, Britanya adliyesi tarafından muhakeme ve Britanya hükûmeti tarafından, Benerci, hapse atılmıştır. Cezası 15 senedir. Benerci bu 15 adet seneyi taş bir hücrede tek başına geçirecektir. Ve bu 15 adet senenin bir haylisi geçmiştir...
    Şimdi size, bu bir hayli senenin nasıl geçtiğini anlatacağım. Ve, sonra, sıra, Benerci'nin kendini niçin öldürdüğüne gelecek. Emperyalizm aleyhine yazılan* ve emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenlerden bahseden bu kitap, bir inkılâpçının hangi şartlar içinde kendini öldürmeğe hak kazanacağını da hallettikten sonra, bitmiş olacaktır.


    (*) Yalnız şunu hatırlatmak isterim ki, Benerci emperyalizmi ve emperyalizm ile mücadeleyi, Neo-Hitlerist-Sosyal-Faşist-Sinyor-Fon Şevket Süreyya Bey gibi anlamıyordu.


    III

    Güneş
    pencerede...
    Yanıyor
    demir bir çubuk..
    Dışarda saat
    belki beş,
    belki altı,
    belki buçuk,
    yedi..
    Gardiyan karyolayı
    duvara kilitledi.
    Adam
    demir iskemlede oturuyor
    oturuyor...
    Güneş
    düştü pencereden
    adamın başına vuruyor..

    Dışarda saat
    belki on
    belki on iki..
    İçerdeki:
    yürüyor duvardan
    duvara,
    duvardan
    duvara...

    Gardiyan...
    Pirinç çorbası, ekmek.
    Demek:
    öğle saatı çaldı
    öte yanda yaşıyanlara..
    Ve adam yürüyor,
    duvardan
    duvara,
    duvardan
    duvara..

    Yanıp söndü demir çubuk..
    Dışarda saat:
    belki beş,
    belki altı,
    belki buçuk...
    Dışarda adam...
    Adam
    demir iskemlede oturuyor...
    Oturuyor...

    Gardiyan.
    Pirinç çorbası, ekmek.
    Gardiyan
    karyolayı indirince:
    içerde gece.
    Yatıyor adam.
    Gözleri düşünüyor,
    dişlerinin arasında bıyığı..
    Dışarda ay ışığı....


    IV

    19... senesi eylülünün on beşinci gecesi idi.. Saat on ikiden sonra, Kalküta şehrinin varoşlarından gelen bir adam, umumî hapisanenin yüksek duvarları karşısında durdu. Tam bedir halindeki ay, gökyüzünü kaplıyan ve esen rüzgârla korkunç şekiller alıp akan siyah bulutların arkasında kâh gizleniyor, kâh meydana çıkıyordu.
    Şehrin varoşlarından geldiğini beyan ettiğimiz meçhul adamın durduğu mahal, umumî hapisanenin arka cephesine tesadüf etmekte olup bu cephenin üst kısmında, hafif bir ışıkla aydınlanmış, bir sıra demir parmaklıklı pencere vardı.
    Ay, bulutların arasından kurtuldukça, zaman zaman duvarın dibinden geçen bir süngüyü ışıldatmakta ve bu suretle meçhul adama hapisanenin etrafını devreden nöbetçilerin mevkilerini bildirmekte idi.
    Meçhul adamın kendisini nöbetçilere göstermek istemediğini, okuyucularımız, elbette tahmin eylemişlerdir.. Tahminlerinde yanılmıyorlar. Zira bu adam buraya Britanya İmparatorluğu zabıtasının hiç de hoş görmeyeceği bir işi yapmak için gelmiş idi.
    Filhakika, nöbetçiler hapisanenin köşesinde gözden kaybolur olmaz, meçhul adam cebinden bir taş parçası çıkarıp iyice nişanladıktan sonra demir parmaklıklı pencerelerin soldan üçüncüsüne fırlattı.. Taş pencereden içeriye girdi.
    Eğer biz, okuyucularımızla birlikte, meçhul adamın taşı atmasından evvel, mevzubahis pencereden içeriye bakmış olsaydık, şöyle bir manzaranın şahidi bulunurduk:
    Demir kapısının üstünde gardiyanlara mahsus dışardan sürmeli küçük bir pencere bulunan taş bir hapisane hücresi. Gündüzleri kaldırılıp zincirle duvara kilitlenen ve geceleri indirilen demir bir karyola. İşbu karyolanın üstünde, mahpuslara mahsus libası giymiş olduğu halde bir şahıs oturmaktadır. Mezkûr şahıs sık sık başını kaldırarak, kapıdaki gardiyan penceresinden gözetlenip gözetlenmediğine bakıyor, sürgünün açılmadığına emniyet kesbettikten sonra, siyah kaplı kalın bir kitabın sayfalarına bir şeyler yazıyordu. Eğer siyah kalın kitabı yakından tetkik edecek olursak görürüz ki, bu İngilizce bir İncil'dir. Mevzubahis şahıs, taş hücreye kapatıldıktan bir hafta sonra; Kayser'in hakkını Kayser'e ve Allahın hakkını Allaha vermeği ve sağ yanağına bir tokat atılırsa, sol yanağını çevirmeği talim etsin diye, bu İncil'i bir İngiliz misyoneri kendisine vermiş idi. Esasen, hepisanenin bütün hücrelerinde bu kitaptan maada okuyacak ve yazacak bir şey bulunmazdı.
    İmdi, ahvalini tetkik eylediğimiz şahsın, yani taş hücre mahpusunun İncil sayfalarına neler yazdığını görelim:
    Satırlarının başları numaralı ve bazı kelimeleri küçücük haç işaretli sayfalarda, URDU lisanıyla ve henüz kurumamış kırmızı ve taze bir kan ile yazılmış ve kitabın sık siyah matbu hurufatı üzerinde ateş gibi yanan yazılar vardı.
    Taş hücre mahpusu İncil kitabının iç mukavvasından kopardığı bir parçayı bükerek bir kalem haline getirmiş ve bunu sol bileğinden ince ince akan kana batırarak bu ateş gibi yanan yazıları yazmakta bulunmuş idi.
    İşte şehrin varoşlarından gelen meçhul adam taşı attığı zaman, taş hücrenin içindeki mahpus böyle bir işle meşguldü. Pencereden gelen taş mahpusun karyolası dibine düşmüştü. Mahpus hemen yerinden kalktı.
    Üzerlerine kanı ile yazdığı İncil kitabı sayfalarını kopararak taşa sardı ve taşı pencereden dışarı atıp iade etti.
    Şehrin varoşlarından gelen meçhul adam, taşa sarılmış kâat tomarını yerden aldı. Göğsüne soktu. Ve dünyanın en kıymetli hazinesini göğsünde taşıyan bir insan gibi, korkak, cesur ve emin adımlarla uzaklaşmaya başladı. Korkuyordu: göğsündeki defineyi alırlar diye; cesurdu: göğsündeki defineyi ölümün karşısında dahi vermemek için; emin idi: zira kaç senedir her iki ayda bir buraya geliyor, taşı atıyor ve taş, kanlı yazılar yazılı İncil sayfalarına sarılmış olduğu halde kendisine iade ediliyordu; binaenaleyh bu işe alışmış idi.
    Bu kanla yazılmış yazılar, Hintlilerin hakikî istiklâl ve kurtuluş cidalinde kitlelere heyecan, şuur ve hedef vermekte idi........

    Taş hücre mahpusu Benerci'dir. Kitlelere heyecan, şuur ve hedef veren yazılar, vaktiyle Somadeva'nın başladığı ve şimdi Benerci'nin devam ettiği «Hindistan'ın Yirminci Asır Tarihi» isimli eserdir. Yalnız, Benerci bunu, bileğini kesip kanıyla yazmıyor.. Fakat, eğer icap etseydi, eserin bir tek satırını yazmak için damarlarındaki bütün kanını akıtabilirdi. Ve bu, pestenkerani bir lâf değildir.. Bu işi yapabilecek insanların yalnız on dokuzuncu asır romanlarında yaşadığını zannedenler, yirminci asrın isimsiz, büyük kavga kahramanlarını tanımıyorlar demektir.
    Benerci yazısını bileğinin kanıyla yazmıyor. Bu yazıları şehrin varoşlarından gelen meçhul adama vermiyor. Benerci yazılarını temiz beyaz kâatlara kurşunkalemiyle yazıyor. Ve bunları hapishane gardiyanlarının İngiliz dikkatlerine rağmen, dışardakilerin ellerine ulaştırıyor.
    NASIL?..
    Taş hücre mahpusunun, senelerdir, bu işi nasıl yaptığını anlatacak değilim. Romanda da olsa, Britanya polisine hizmet etmek istemem......


    V

    Dışarda
    bir bayrak gibi dalgalanırken adı,
    içerde O
    ihtiyarladı..
    Her gün biraz daha
    camları yaşarıyor
    iri
    bağa
    gözlüklerinin.
    Her gün biraz daha
    siliniyor çizgileri
    gördüklerinin.
    Küreyvatı hamra azalıyor.
    Tasallübü şerayin.
    Tansiyon 26.
    Baş dönmesi, bunaltı.
    Sinir...

    Bir
    senedir
    yazamadı bir
    satır
    bile..
    Yine fakat
    dışarda bir bayrak gibi
    dalgalanıyor adı.
    İçerde O
    ihtiyarladı....


    BU FASIL
    BENERCİ'NİN KENDİNİ NİÇİN
    ÖLDÜRDÜĞÜNE DAİRDİR


    «Kalküta şehrinin ufkunda güneş
    yükseliyordu.
    Atları ışıktan, miğferleri ateş
    bir ordu
    bozgun karanlığı katmış önüne
    geliyordu.
    Güneş yükseliyordu..
    Kalküta . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . »

    Bunu beceremedik
    romantik kaçtı pek.
    Şöyle diyelim:

    «Baygın kokulu
    koskocaman
    masmavi bir çiçek
    şeklinde sema
    düştü fecrin altın kollarına...»

    Bu da olmadı,
    olacağı yok.
    Benden evvel gelenlerin hepsi,
    almışlar birer birer,
    tuluu şemsi, gurubu şemsi
    tasvir patentasını.
    Tuluu şemsin, gurubu şemsin
    okumuşlar canına..
    Bu hususta yapılacak iş,
    söylenecek söz
    kalmamış bana.
    Buna rağmen,
    tekrar ederim ki ben:
    Kalküta'nın damları üstünde güneş
    güneş gibi
    yükseliyordu.
    Sokaktan bir sütçü beygirinin
    nal ve güğüm sesi geliyordu.
    Benerci sordu:
    — Saat kaç?
    — Altı...

    Benerci dün akşam geç vakit tahliye edildi. Hapishanenin kapısı önünde dehşetli bir kalabalık onu bekliyordu. Eğer eski sistem bir kafam olsaydı, iddia edebilirdim ki, Benerci bu yığınlarla insanı ebediyyen peşinde sürükliyebilecek kadar onlara yakın, onların canında, onların kanındaydı.
    Benerci'ye arkadaşları, dış mahallelerdeki apartımanlardan birinin en üst katında bir oda tutmuşlar. Benerci odasına sekiz arkadaşıyla beraber girdi. Bana:
    — Sen git, biraz dolaş. Sonra gelirsin, dediler.
    Apartımanın kapısı önünden, merkez caddelere kadar, kımıldanan, bağıran bir insan denizinin ortasında, her adımda onun ismini işiterek, dolaştım. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Geri döndüğüm zaman Benerci'yi odasında yalnız buldum. Pencerenin önünde duruyordu. Saat gecenin on biriydi. Benerci:
    — Otur bakalım, dedi.
    Oturdum.
    Saatler geçti, saatler geçti.. Bir kelime bile konuşmadık. Ve nihayet, lambanın sarı ışığı beyazlanmağa başladı. Pencereden baktım:
    Kalküta'nın damları üstünde güneş
    yükseliyordu.
    Benerci sordu:
    — Saat kaç?
    — Altı.
    — Âlâ.
    — Anlamadım.
    — Hiç. Dinle. Bu kitabın birinci kısmında, arkadaşlarım bana: «Sen bizi sattın,» dediler. Alnımda hâlâ onların attığı taşın izi var. Halbuki ben tertemizdim. Fakat onlar haklıydı. Kıl kaldı, kendimi öldürüyordum. Fakat bu haltı yemedim.
    — Öyle.
    — Bu kitabın ikinci kısmında, Somadeva'nın ciğerleri ağzından geliyordu. Öyle ağrı çekiyordu ki, kendini öldürmek istedi. Fakat o da bu haltı yemedi. Bir kamyonun üstünde kalıbı dinlendirmeyi daha doğru buldu, değil mi?
    — Öyle...
    — Saat kaç?
    — Altı buçuk.
    — Âlâ... Dinle. Ferdin tarihteki rolü malum. Akışın istikametini değiştiremez. Yalnız tempoyu hızlılaştırabilir, yavaşlatabilir. İşte o kadar. Tarihte fert denilen nesne, keyfiyetin değil, kemiyetin üstüne tesir edicidir. Bütün bunlar senin için, benim için, bizim için bilinen şeylerdir.
    — Doğru.
    — Öyleyse, bunu şimdi benim şahsıma tatbik edelim.
    Birdenbire durdu. Gözlüğünü çıkardı. Mendiliyle camlarını sildi. Gözlüğünü taktı. Camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir.
    — Devam et, Benerci, dinliyorum.
    — Hadisat öyle getirdi ki, ben hareketin muayyen bir inkişaf merhalesinde muayyen bir rol oynıyan bir fert haline geldim.
    — Doğru.
    — Dünden itibaren katarın başında gidiyorum. Halbuki fizyolojim berbat.. Kafam elastikiyetini kaybetti. Dönemeçleri zamanında dönemiyeceğim. Ellerim lüzumundan fazla titriyor. Akıntıda dümen tutamıyacak bir hale geldiler. Akışın temposunu hızlılaştırmak nerde? Onu yavaşlatmam muhtemeldir. İstemeden, irademin dışında, yanlış adımlar atacağım. Biliyorum, hareket belki beni altı ay sonra, bir sene sonra bir safra gibi fırlatacaktır. Fakat o beni fırlatıp atana kadar, ben ona fren olacağım. Halbuki ben kemiyette bile, bir sene değil, bir gün bile, irademin dışında, bilerekten ona ihanet edemem. Anlıyor musun? Diyeceksin ki, yanılmıyan yalnız tembellerdir, budalalardır. İş yapan, yürüyen adam yanılır. Mesele yanlışın idrakindedir. Fakat, ya bu yanılma nesnesi katarın başındaki adam için bir kaide haline gelirse. Ve o adam katarın başında gidemiyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse. Bu bir ihanet değil midir? Ben bir saniye olsun, ihanet edemem. Bu benim uzviyetimde yok...
    Benerci yine durdu. Sonra birdenbire gülerek:
    — Hem ben bu meseleyi arkadaşlarla konuştum. Hallettik. Sana haltetmek düşer, dedi. Sen saata bak, kaç?
    — Yedi.
    — Hem, bu benim mesele nevi şahsına münhasır bir iş bile değil. Galiba LAFARG'la karısı da aynı vaziyete düşmüşler, aynı işi yapmışlar. Her ne hal ise. Şu senin tabancayı ver bakayım.
    Pantolonumun arka cebinden tabancayı çıkardım. Koskocaman bir nagant. Benerci'ye uzattım. Aldı, masanın üstüne koydu.
    Tekrar gözlüğünü çıkardı. Mendiliyle camlarını sildi. Gözlüğünü taktı. Camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir.
    — Şöyle pencerenin önünde birer cıgara tellendirelim, dedi.
    Cıgaraları yaktık. Topraktan fışkırır gibi bol, renkli ve ılık bir yaz sabahının ışıkları karşı pencerelerin camlarında, Benerci'nin gözlüklerinde pırıl pırıl yanıyordu. Damlar, evler, ağaçlar ve sokaklar yıkanmış gibi nemli ve tertemizdi. Konuşmuyorduk.
    Ağzımda, sonuna gelen cıgaranın acılığını duydum. Benerci ayağa kalktı. Cıgarasını masadaki tablanın içinde söndürdü.
    — Pencereyi kapat. Sen de haydi artık git. İstersen âdet yerini bulsun diye bir kere kucaklaşalım, dedi.
    Kucaklaştık.
    Arkama bakmadan kapıdan dışarı çıkarken:
    — Çocuklara selam söyle, dedi.
    Merdivenleri ağır ağır inmeğe başladım. Dördüncü kat. Üçüncü kat. Merdivenleri hızlı hızlı iniyorum. İkinci kat. Merdivenleri koşarak iniyorum.
    Tam sokağa çıktığım zaman, derinlerden, demir bir kapının hızla kapanması gibi tok bir ses geldi...


    BU KİTABIN SON SÖZÜ . . . . . . . . . . . . . . .

    «Kavgada
    kendi kendini öldüren
    lanetli bir
    cenazedir
    benim için:
    Ölüsüne
    ellerimiz
    dokunamaz.
    Arkasından
    matem marşı
    okunamaz.»


    Sen artık
    bu kitapta:
    noktaları
    virgülleri
    satırları taşımıyorsun.
    Sen artık
    bu kitapta
    koşmuyor
    bağırmıyor
    alnını kaşımıyorsun.
    Sen artık
    bu kitapta
    yaşamıyorsun.

    Ve Benerci sen
    bu kitapta:
    kendi kendini öldürmene rağmen
    benim ellerim senin
    kanlı delik
    şakağına dokunacaktır.
    Cenazende
    dosta düşmana karşı
    matem marşı
    okunacaktır:


    M A T E M M A R Ş I . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

    Çan
    çalmıyoruz.
    Çan
    çalmıyoruz.
    Yok
    salâ
    veren!
    Giden
    o
    biten
    bir
    şarkı değildir...

    O
    büyük
    bir
    ışık
    gibi döğüştü.
    Kasketli
    bir güneş
    halinde düştü.

    Çan
    çalmıyoruz.
    Çan
    çalmıyoruz.
    Yok
    salâ
    veren!
    Bu
    giden
    bir
    biten
    şarkı değildir ...........



    S O N
    (#258631) marwe|27.11.2009 23:40|