televizyon kültürü

  1. Televizyon sözcüğü, 20.yy başlarında, Yunanca “uzak” anlamına gelen “tele” ve Latince “görme” anlamındaki “visio” sözcüklerinden türetildi. Televizyon, 1923 yılında İskoç Mühendis John Logie Baird tarafından İngiltere’nin Hastings kasabasında icat edildi. İlk Televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlandı. Baird, daha sonra titrek olan yayının geliştirilmesi için çalışmalarda bulundu. Türkiye’de ise ilk Televizyon yayını, Trt tarafından 31 Ocak 1968 yılında yapılmıştır.

    Karl Marks’ın “ Din, toplumların afyonudur!” sözünün üzerinden yüz elli yıl geçti. Gerçekte de O dönem, Avrupa için din, burjuvazinin severek kullandığı bir uyutma aracıydı. Kilise, burjuvazinin elinin altındaydı ve burjuvazi, dini, çıkarlarına göre şekillendirmekte pek de zahmet çekmedi ve sonuç olarak Hıristiyanlık dinini kullanarak, Avrupa’da milyonları etkisi altına aldı ve onları istediği şekilde yönlendirdi. Kendi öngördüğü şekilde biçimlendirmeye koyuldu ve aynileştirdi. Bunun da altına şüphesiz ‘maddi’ kaygılar yatıyordu. Gün devrildi devir değişti. Fakat Emperyalist amaçlar değişmedi. “Emperyal” amaçlarını yerine getirmekten bir an için bile imtina etmeyen batılı, ereğine erişmekteki mücadelesine iştiyakla devam ediyor.

    Emperyalist güçlerin yeni gözdesi Televizyon’a, abdal değil aptal kutusu, çağımızın vebası gibi türlü anlamlar yükleyebiliriz. Bu anlamlar tam olarak ne yanlış sayılabilir ne de doğru. Mahiyet ve muhteva olarak bir madalyondan farksız; bir yüzünde, kandırmaya yönelik, aldatıcı, sanal, aynılaştırıcı, türlü yalanlar üzerine kurulu senaryoların uygulanma alanı. Diğer yüzünde ise gerçek manada aydınlanmanın müsebbibi sayılabilecek bir araç.

    Televizyon çok büyük bir güç. Öyle ki, emperyalistlerin çoban köpeği olarak addedilen görsel medya, günümüzde devlet ve ordu’dan sonra karşımıza üçüncü bir güç olarak çıkmakta. Bu yönüyle de Televizyon, psikolojik harp tekniklerini uygulamada önde gelen unsurlardan.

    Kabul ettiğimiz bir gerçek daha var ki o da televizyonun artık tamamı ile hem sosyal hem siyasi hem de kültürel olarak mahremimize kadar sirayet ettiğidir. Artık nasıl yaşamamız gerektiğini bize öğretmekte, emperyalistlerin, düşledikleri toplum sistemini tesis etmektedir.

    Televizyon hakikati, Öylesine içimize işlemiştir ki, artık onu evimizin baş köşesine oturtmaktayız. Ve bir daha geri gelmeyecek en değerli zamanımızı onun karşısında, onun istediği biçimde geçirmekteyiz. Aile bireylerimizle tüm ilişkimizi koparan bu meşum alet, evimizin vazgeçemediğimiz diktatörü olmuştur.
    Televizyon, nitelik olarak bir sistem adamı yetiştirme amacındadır. Bunda da muvaffak olmaktadır. Üretmeden tüketen bir neslin varlığını bu ekole borçluyuz diyebiliriz. Sistemin de istediği tam budur; Arkasını sorgulamayan, dini yaşayışlardan, ideolojilerden arınmış, prafan yaşam biçimini benimsemiş hayatının kahir ekseriyetini tüketerek geçiren insanlar yetiştirmek. Keza, Televizyon, ticaret üzerine kuruludur. Ve para kazanma amacıyla, reklamları kullanarak insanların mutluluklarını, üzüntülerini, zaaflarını sömürerek en kazançlı yolları arar.

    Üstat Cemil Meriç’in veciz ifadesiyle söyleyecek olursak: “Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icat edilmiş bir nevi afyondur. Televizyon, tam bir kaçıştır. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı. Bu korkunç tiryakilik, insanı batılılaştırmaz, batırır.”

    Kültür emperyalizminin uygulayıcısı olan medya, görevini en iyi biçimde yerine getirmektedir. Bunu yaparken insanların istek ve arzularını, değer yargılarını, yaşayış biçimlerini düzenlemektedir. ‘çağdaş’ roller verdiği kahramanlarıyla, insan yaşayışına sınırlar çizmektedir. Artık insan televizyon dizilerindeki sanal ve idealize edilmiş kişiliklerle alter egosunu tatmin etmekte ve O sanal kahramanlar bir süre sonra kendisi için bir vazgeçilmez ikona haline gelmektedir.

    Artık insanımız, kapı komşusunun ismini bile bilmezken, dünyanın bilmem neresindeki bir ünlünün evlatlık edindiği bir çocuğun hüviyetini ezbere bilmektedir. Herkesle tanışıktır. Her şeye vakıftır. Fakat kendisine yabancıdır. Kendisi de bir süre sonra makineleşmiş ve o sanal kahramanlara dönüşmüştür. Kalabalıklar içinde yalnızdır. Ferdiyetini sağlıklı olarak ortaya koyamaz. Aynılaşır ve yok olur. Her şeyden haberi vardır fakat bilgisiz ve düşüncesizdir.

    Bunları da sağlayan şüphesiz, televizyon aracılığıyla bizlere nasıl yaşamamızı öğreten kültür emperyalizminin bir parçası olan dizilerdir. Bu tür yapımlar, oluşturdukları yaşam tarzlarıyla makineleşmiş ve aynileşmiş kişileri idealize eder. Onları uyutur. Öz benliklerini yok eder. Paul Virilio da aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir. “Silah çekmekle film çekmek aynı şeylerdir.”
    Televizyon, kitlelerin sağlıklı birer tüketici haline gelmesi için elinden geleni yapar. Ne yazık ki kitleler de artık kendini bu yüce iradeye (?) teslim etmiştir.

    Televizyon, maddeciliği ön plana aldığı için maneviyatı öteler. Bilimsellik iddiasıyla öne çıkar. Oysaki tükettirmek istedikleri madde odaklı olduğu için maneviyatla ilişki kurmaz. Maneviyatla olan ilişkisi de yine maddiyatı övmek içindir.
    Özetle, Televizyon bir zillettir. Bedeni bunaltır. Ruhu hastalandırır. İnsanı betonlaştırır. Manevi yaşantıyı zedeler ve hatta yok eder. Tabii ki bunun böyle oluşu pes etmemiz manasına gelmemelidir. Bu melalden kurtuluşumuz pek tabii elimizde. Nasıl ortaçağda dini afyonlaştıran insansa, televizyonu da afyonlaştıran insandır. Bu sebeple arz ettiği mahiyet kullanıma bağlı. Ateşlemek de teskin etmek de elinde. Televizyon zillete de dönüşebilir. Entelektüel bir hazine de olabilir. Evvela bunun içinde televizyon yapımları konusunda seçici davranmamız gerekmektedir. Seçini olmak, yapımcıların da kaliteli programlar üretmeye zorlayacaktır. Sadece bununla da kalınmamalı Televizyondan izlemiş olduğumuz haberlere kayıtsız, şartsız inanmamalı her zaman bir ikinci ihtimalin olduğunu yadsımamalıyız. Size fâsık biri haber getirdiğinde, onu iyice araştırın.”(Hucurat,6)
    (#205431) mondovi|25.07.2008 02:43|