galata köprüsü

  1. haliç üzerinde bulunan 4 köprüden biridir. ilk girişim sultan 2. bayezid tarafından yapılıp o günki teknik imkanların böyle bir köprü yapımına izin vermemesi üzerine vaz geçilmiş. ardından sultan abdülmecidin tahtta olduğu dönemde 1845 tarihinde bezm-i alem valide sultan tarafından tekrar yaptırılmıştır. 1863,1875, ve 1912 yılllarında tamirat gören köprü çeşitli yangınlar geçirmiş. en son 27 nisan 1912 tarihli yenilenme yapılan köprü 1992'de sonyangınını görüp balat hasköy arasına yerleştirilmiştir.
    (mantis 24.04.2007 00:00)
  2. ilk kemancı bu köprünün eskisinin altına açılmıştı.

    bir de;

    - abi bi köprüm var, bi kulem, ama sıkışığım, sana ikisini 10 liraya satayım. gelip geçenden para alırsın zengin olursun, benim uzamam lazım buralardan.

    - hee, sadece köprü gaç gayme?

    - abi takımı bozamıyoruz malesef, bunlar köprüyle kule olarak birlikte satılıyor.

    - alıyorum.**
    (argus wishingwell 07.09.2007 13:35 ~ 07.09.2007 13:38)
  3. nzmtrk'e... herkesten çok daha iyi yazan ustaya...

    ---------------------------------------------------

    ilk hatıratımda önemli bir yeri vardı galata köprüsü'nün. çocuktum, ufacıktım ve anadolu yakasından avrupa yakasına geçmenin dayanılmaz sevincini yaşardım. öyle ahım şahım bir yere de gitmezdik ha... yaz günlerinde, akşamın geç indiği günlerde, babamı işyerinden alıp şöyle bir gezinmek için anam bizi kaptığı gibi önce trene, oradan haydarpaşa'ya oradan da karaköy'e götürürdü. babam gümrükte memurdu. kara kara telefonların masalarda durduğu, kara kara kollukların kaynatılmış kar beyazı memur gömleklerini karbon kağıdıyla boyamasın diye takıldığı, çat çat çat çat daktilo seslerinin bütün koridorlarda yankılandığı, kapıların gıcırdadığı, tabanında muşamba serili odaların kendine has garip bir kokuya sahip olduğu, içeride fosur fosur sigara içildiği ve hayrettir ki dumanaltı bile olunmadığı, çaycının askıya doldurduğu bardaklarla çay servisi yaptığı, çift kapılı tarihi eser statüsündeki asansörünün nuh nebi'den kaldığı halde tıkır tıkır çalıştığı bir binadaydı babamın (memur terminolojisiyle) dairesi. memurların adamdan sayıldığı çünkü adam olmayanın memuriyete alınmadığı yıllardı.

    karaköy'deki gümrük binasının altını üstüne getirirdik desem yalan olur. biz "ismail bey"in aklı başında çocuklarıydık. inektik. sınıf birincisiydik. taktir teşekkür filan alırdık ve bütün amir-memur tayfası bizi pek severdi. zaten öyle sık sık da gitmezdik. dairede telefon vardı ya evde ne gezer... o yüzden her ziyaretimiz kelimenin tam anlamıyla sürpriz olurdu babama.

    babam bizi alır, galata köprüsü'nün üzerinden yürüterek geçirirdi. illa ki oltasını da yanına almış olurdu. olta dediğim mantar, misina, kurşun yem üçlüsü. salardı köprünün korkuluklarından aşağıya, boş nedir bilmezdi ki "balık yok eskisi gibi" sitemi, o dizi dizi balıklarla tezat düşerdi. yedek subaylığını istanbul'da yapmıştı ya, balığın eskiden, yani şöyle 50'lerde filan ne kadar çok olduğunu da o bilecekti haliyle...

    köprü beşik gibi sayılmasa da son derece ahenkli bir dinginlikle sallanırdı. ek yerlerindeki dubaların iflahı kesilirdi sallanırken. alışık olmayanı köprüyü çabuk çabuk geçerdi. bir yanındaki iskeleden, istanbul'un dört yanındaki iskelelere vapurlar kalkardı. köprü tırtıl gibiydi. karnını bir kaldırır, küçük bir kambur yapıp bize gösterir, sonra bir indirir bizi ayaktayken beşikte gibi sallardı. hiç bitmeyen sesleri vardı sonra: metal takırtısı, korna gürültüsü, motor homurtusu, vapur düdüğü, motorlu sandalın pat patı, insan gevezeliği, ezan sesi, seyyar satıcı naraları, martı çığlıkları... galata köprüsü'nün senfonisiydi bu. herkes kafasına en çok uyan sesi çıkarır, bir ağızdan bağırır, ortaya çıkan şey yine de gürültü değil beste; ses değil name olurdu...

    babam taşradan gelen cahil cühela takımına sülün osman'ın köprüyü satma maceralarını anlatırdı. hem anlatır hem gülerdi. sülün osman'ın kimbilir kaç garibana sattığı köprünün altına merdivenle inilirdi. o merdivenler ki, yorgun savaşçı diye asıl onlara denirdi. birinin alt tarafındaki acayip boruya ayağım takıldı bir gün, burun üstü kapaklandım. dizler fora, dizin altı kan revan, ilk yardım çantası, babamın sigarası. yaktı bir sigara, bastı külünü hemen. oracıktaki bir adam, "ağlama kız! türkan şoray da buraya takıldı. hem de kaç kere" demişti. büyüdükten, çok büyüdükten sonda sultan'ın dalgınlığını, sakarlığını anlatan bir yazıyı okuyana kadar anlamamıştım o adamın ne demek istediğini: güllü'nün bir sahnesinin çekimlerinde galata köprüsü'nün üzerinde oradan oraya koşması gereken, tam bir köyden indim şehre ruh hali ve ürkekliği içinde davranması istenen türkan şoray, halk birikip de çekimi imkansız hale getirdikçe merdivenlerden indirilip, köprünün altında gizlenmiş. ve sultan, benim ayağımın takıldığı o noktaya her defasında takılıp tökezlemiş. on kere mi indi o çekimde köprünün altına... on kere takılmış ve sendeleyip düşeyazmış işte...

    köprü altının diplerine doğru küçücük bir dükkan vardı bir de. vitrininde iki dev ayakkabı dururdu. oymalı, nakışlı, delikli aslında son derece zarif şeylerdi. çok büyüktüler ama. çoooook büyüktüler. her biri -nasıl desem- kucakta bir bebek kadar vardılar. babam "uzun ömer'indi onlar. rahmetli. nur içinde yatsın" demişti. uzun ömer'in o dükkanın sahibi olduğunu ve o noktada milli piyango sattığını bilirdim yani. vitrininde bir de fotoğraf dururdu: dev gibi bir adamla minicik bir adamın yan yanaydı fotoğrafta. yine büyüdükten, çok büyüdükten sonra öğrenmiştim ki, o dev adam uzun ömer'di ve yanındaki de cüce simon'du. her ikisi de 1950'lerde milli piyango satardı. kimi uzun ömer'i (ki cidden uzunmuş, 2 metre 25 cm'miş...) kimi de cüce simon'u (ki o da cidden kısaymış. 80 cm kadarmış) uğurlu beller, sadece onlardan bilet alırmış.

    bir garip yoldu galata köprüsü'nün üzerinden geçen. o yayla gibi amerikan arabaları hala kullanılırdı. babam bakar ve chevrolet'leri daha bir özenle seyrederdi. dodge, desoto ve fargo kamyonetlerin yanından çıngıraklı yılan gibi sesi ve salyangoz gibi antenleriyle troleybüsler geçerdi.

    galata köprüsü'nün üzerindeki direklerde her seferinde farklı bir reklam panosu dururdu bir de. yapı ve kredi bankası'nın reklamlarını bugün de hatırlıyorum. köprünün bir başından durup öteki başına baktığınızda her direkte aynı reklam panosu...

    biz köprünün hep boğaz'a bakan yanını kullanırdık galiba. babam istemezdi diğer yanına geçirmeyi pek. orada meyhaneler vardı, birahaneler, nargile içilen mekanlar... gün inince birbirine sarılıp uyuyan köprü altı çocukları, dilenciler, kapkaççılar, istanbul'un it uğursuz kontenjanından insanlar... içkili adamlar, ispirto kokulu adamlar, akşamcılar... sarhoşlar, pezevenkler, puştlar, karı satanlar, bitli-pireli berduşlar... kolunda kar beyazı hırkası, kırmızı rugan pabuçları, daire kloş mini eteği, dantelli donu, kafasında kurdelesi, elinde pullu-boncuklu çantası, diz altlarına kadar çekilmiş ponponlu beyaz çoraplarıyla bu küçük koket, kimbilir ne komik dururdu köprünün diğer tarafında... babam mı öyle anlatmıştı ben mi öyle hayal etmiştim bilmem. öyle ya da böyle, sonuçta tezattı benim gibi bir kız çocuğuyla öyle döküntü bir cephe... bu yüzdendir ki benim köprünün haliç'e bakan tarafını görmem, buldu bir 20 yaşımı...

    "bira içicez, gelsene sen de!" köprü altında bira içmek mi? yani tamam birayı severim, içerim, tansiyon hastası değilim daha, gencim, güzelim. sapıtmam da ama niye köprü altında yaaa?.. yok mu aklı başında başka bir yer? "ya kızım manyak mısın yaaa... bırak artık şu iyi aile çocuğu triplerini". ne demek ulan şimdi bu? ben onun bunun çocuğu muyum, tabii ki iyi aile çocuğuyum. 20 yaşındayım. elime erkek eli değememiş. bira içmeye köprü altına gidiyor millet ve ben ölesiye merak ediyorum orayı. n'apçaz şimdi?

    gittik. arzum birahanesi var. ağır ağabeyler takılıyor orada. gençler, biraz daha ileriye doğru seğirtiyor. seğirttikleri yerde kemancı var. sahibi zeki, o zamanlar son derece salaş bir birahane havasındaki bu yeri işletmekle meşgul. biralar gidip geliyor. sulu sulu hepsi. bir bardak iç iki bardak içmiş gibi ol! bira bildiğin efes ama köprü bildiğin köprülerden değil. öyle sallıyor ki adamı, hani alışık olmayan için, misal benim için, kafayı bulmak istersen koklaman bile yeterli. imzasını hep "met-üst" olarak atan metin üstündağ o gün cağaloğlu'ndaki blues bar'a uğramadan gelmiş. birkaç yazar çizer daha. karikatür çizen, çoğunlukla leman'da çalışan karikacılar orada. öğrenciler... biri tıpta okuyan deli doktor deno. asıl adı deniz aslında. diğeri bir kız. kimbilir nerede öğrenci. koltuk değnekleriyle masalar arasında seke seke geziniyor. adı hadiye... "sakatat" diyorlar, gülüyor. oralarda bir yerde kanat, * girip çıkıyor ha bire mekana. bir on yıl kadar sonra uyuşturucudan kurtulma mücadelesini kitaplaştıracak christiane f'in eroin'i gibi bir kitapla. ve kitabı yayınlandığı sıralar, arkadaşlardan biri "uyuşturucu parasına kaç çocuğu aşıladı. bok yesin orospu" diyecek onun için. o zamanlar kullanıcı sadece, satıcı olmasına var birkaç yıl daha... ya da aracı, neyse işte. overdose'dan ölmesine daha da var... deno'ya bütün köprü altının kemancı tayfası kızları aşık. yakışıklı allah için hergele. zeki masalar arasında koşturmakta. o kara tarihten sonra (hangi kara tarih mi? patlama da oku, filmin başında kim söylüyor sana katilin uşak olduğunu?) o da çekip gidecek buralardan. taksim'e gidecek, sıraselviler'e gidecek. orada kemancı'yı açacak. kemancı alt-üst-orta kemancı diye ayrılacak. zeki paranın ta ...na koyacak. eski müdavimleri zeki'yi "g.t olmak"la suçlayacak. ama daha erken. var ona da birkaç yıl daha... kemancı'nın duvarında sürüp giden bir imza kampanyası: "pink floyd türkiye'ye gelsin!" altında yığınla imza. roger waters yok artık grupta ama köprü altının kemancı tayfası, roger waters'sız pink floyd'a bile razı...

    arkadaşlardan biri kalktı masadan, gidip öteye karanlıklar arasında kayboldu. gitmesiyle gelmesi bir oldu. "neredeydin" dedim, "tuvalette" dedi. "ne çabuk döndün" dedim, "sen bu köprü altı niye amonyak kokuyor hiç düşündün mü?" dedi. her gece onlarcası gibi bir aralıktan haliç'i sulamıştı. "girilir mi lan burada tuvalete" dedi. girilmez miydi? oha! kız başıma n'apıcaktım peki ben? "elini bir yere sürmeden yap ha!" diyerek bana eşlik etti. beni köprü altında babam bile tuvalete götürmemişti oysa. arkadaşım götürdü. demesine gerek yokmuş, içeride el sürülecek yer bulmak zordu.

    gecenin sonu bizim için akşamın 8'i filandı. "iyi aile çocuğu" idik ve binbir yalan uydurup eve en geç 9'da girebilirdik. köprü altında biraya yeni başlanmıştı o saatte. muhabbetin koyulmasına saatler vardı, gecenin bitmesine neredeyse 6 saat vardı. gelmeye başlayan tipleri de sevmemiştim sonra. filmlerde olur zannettiğim tiplerdi. gerçektiler, yaşıyorlardı. omuzlarına attıkları palto kaydıkça omuzlarına yerleştiren biri vardı omuzlarının dibinde. gümüş yüzükleri, altın kaplama dişleri ve bıyıklarına eşlik eden pis bakışları vardı. hüseyin baradan kılıklı adamlardı ki haksızlık olmasın rahmetliye, babamın taaa izmir'den, birlikte gazetecilik yaptığı arkadaşıydı. o fotoğrafı çeker, babam haberi yazardı. iyi adamdı. babam öyle dediyse öyleydi ya, bu ayrı konu elbette... kılkuyruk adamları etrafı keserken, bu amcalar bize şöyle bir bakıp kaale bile almadı.

    köprü altına defalarca gittim sonraları. insanların bir sapıtma saati olurdu genellikle. kimi iki biradan sonra coşardı, kimi 5 biradan sonra filmi kopartırdı. arkadaşlarla takılmanın da bir görev ve sorumluluk bilinci vardı. kızları birinin toplaması şarttı. kızlara asılan erkeklere "ayıp oluyo ama abi yaaa, ayılınca utanırsın bak" diyecek birine ihtiyaç vardı. karikacılardan birinin annesi de oğluyla orada içerdi. sabah feneri kimbilir nerede söndürdükleri bir günün öğleninde buluşup it sürüsü gibi bostancı'daki evlerine götürmüştü bizi. herkes açtı da, evde yiyecek bir şey yoktu. iki paket makarna, bir kutu yoğurt ve bir paket sana yağla yapılan yemeğe ziyafet gibi yumulduk o gün. herkesin başı o kadar dumanlıydı ki, yemek malzemelerini öğrenci harçlığıyla bakkaldan alıp bir de üstüne pişiren, üşenmeyip sofrayı kuran bir aklı başında ve ayık bu garip vardı... hem zaten kimsede para namına o kadarı da yoktu... içki ucuz, hayat her zamanki gibi pahalıydı. kimbilir, belki de içmek kolay, yaşamak zordu.

    "yaşıyoruz abi yaaa" diyordu bizim kızlardan biri, yüzünde alkol yüzünden kalıcı hale gelmiş bir garip, kaykılmış gülümseme vardı. boka batmanın nesi yaşamaktı?

    köprü altından çok sarhoş topladım. biri her defasında bizim içmeyi bilmeyen kızlardan biri olurdu. sirkeci'den kalkan 6 buçuk bostancı vapuruna biner, vapurun en alt yan tarafındaki açık yere tüner, korkuluklara göğsünü dayar yol boyu kusmasını sağlardım. çantamda nane şekeri, naneli sakız, hatta bokunu çıkarıp diş macunu taşıdığım olurdu. evi maltepe'deydi ve yol boyunca ayılamazsa evde kemiklerini kıracak bir babası vardı.

    "yaşıyoruz abi yaaa" diyordu bizim kızlardan biri. boka batmanın nesi yaşamaktı? ya benim için? sarhoş ayıltmanın nesi yaşamaya yardımcı olmaktı? "eşşşek kadarsınız. durun lan kendi ayaklarınızın üstünde. bana güvenip içip sıçmayın! hastraaaa" dedim bir gün. onları kimse ayıltmadı. hiç biri de sopa yemedi, kemikleri dayaktan kırılmadı evde. sarhoş olmamayı ya da ayık kalmayı öğrendiler. ben okuluma devam ettim. köprü altını zaten pek sevmemiştim, ayağım dönmedi sonra sonra. kadıköy'de akmar pasajı vardı, tam benim kalemim. bir iş bulmuştum sonra, okulla bir arada idare ettiğim...

    tarih 16 mayıs 1992 idi. köprü altından tanıdığım ama pek de samimi olmadığım arkadaşlardan biri, köprünün başındaki bir meyhaneyi devralmıştı. 17'sinde, yani ertesi gün açılış yapılacaktı. çok masraf etmişti kendince. iyi bir yer olsun istiyordu, özenip bezeniyordu. tarih 16 mayıs 1992 idi ve köprü yandı o gün. yandı, alenen yandı! yangın dubalarını eritmişti, ertesi gün gidip bir baktık ki köprü yan yatmış. ortası çökmüş. yanı başına yenisini yapıyorlardı zaten. haliç tarafının tadı kaçtı diyordu müdavimleri. kemancı eskisi gibi değil diyorlardı. arzum sinek avlıyor diyorlardı. ve köprü yandı. kent yangınlarında vebanın kökü kazındığı vakidir. londra yangınını anlatan tarih kitapları böyle der misal. köprü yandı ve altındaki bütün o mezbelelik dağıldı. vebalı mıydı köprü altı? bilmem... ama çok da steril değildi, orası kesin!

    yeni köprü dubalar üzerinde değil kazıklar üzerinde olacaktı. aylarca kentin beynini öpen o çakma sesleri haliç'i, galata'yı, eminönü'nü, karaköy'ü inletti. açılan ama kapanamayan, ya da tam tersi bir kapanıp bir daha açılamayan bir köprü olarak tarihe geçti yenisi. iki kanadı açık, ortasından geçen irili ufaklı gemilerle kentin ortasında, belinin ortasından kırılıp sakat bırakılmış gibi durdu öylece. eski köprü yanık ve yan yatık bir kenarda dururken, yenisinin de yapımı tamamlanamamışken asıl istanbullular piç gibi ortada kaldı. yürüyerek 15 dakikada geçeceğin karaköy-eminönü arasında motorlar yolcu taşıdı aylarca. ne sefalet, amma rezaletti...

    bizim eski köprü, altı maltı tarih olmuştu artık, yangından birkaç hafta sonra parça parça taşındı haliç'e. bayraklarla, çiçeklerle filan süslediler, motorlarla çekip nispeten göz arkası bir yere attılar. dediler ki, "eski sosyal hayatı aynen devam edecek. üstelik trafiğe kapalı olacağı için, müdavimleri köprüyü yeni yerinde daha bir sevecek." hiç de öyle olmadı tabii. yol üstünde değildi ki eskisi gibi.

    sen boşver şimdi arada olup bitenlere. resmi yalanlara, özlemle uydurulan köprü altı hikayelerine, alkolden burnunun ucunu göremeyenlerin köprü altına yaktıkları ağıtlara, o yıllarda yaşı tutmadığı halde -mış gibi yaparak köprü altını yadedenlere... köprü altı sana anlatıldığı gibi bir yer değildi. belki köprünün kendisi çok ama çok değerliydi ama altı... yok yaaa, suyu çıkmış haline tanıklık ettik diye köprü altının 50'lerini, 60'larını yaşamışız havalarına girmeyelim şimdi, ayıp oluyor...

    ama şu da var ki mirim, hani yenisi mi eskisi mi dense... bak itiraf edeyim, yeni köprüyü her allah'ın günü görüyorum işe giderken ve samimi bir itiraf ister misin mirim? içimden şöyle orta boy patates iriliğinde taşları çantama doldurup, allah'ın günü o garabeti ibret-i alem olsun diye taşlamak geçiyor... ciddiyim!
    (hazeyame 23.09.2008 02:28 ~ 24.09.2008 15:07)
  4. inşa edildiği 1845'den 1930'a kadar geçişlerin paralı olduğu köprü.
    (notdra 23.05.2011 22:46)
  5. #215108 no'lu entry'de adı geçen ve bir neslin köprü altıyla özdeşleştirdiği "deli doktor deno" dün vefat etmiş, bunu bugün öğrendim... eski galata köprüsü'nün bir simasını daha kaybetmişiz özetle. tanım kimliğiyle yazmak gerekirse, "kendisiyle özdeş simalardan deli doktor deno'su, tıpkı kendisi gibi var olmayan bir zamanların "köprü gibi köprüsü"dür...
    (hazeyame 13.04.2015 14:19)


Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.